Akvaryumdaki balıklar(ım)a bakıyorum. Ben yemledikçe besleniyorlar, havalandırma için motoru devreye sokmadıkça nefen almakta zorlanıyorlar ve ben izlesem de izlemesem de onlar yaşıyor.
Beni biliyorlar mı? Bana yem atmam için camın kenarında toplanmaları dışında dua ediyorlar mı? Aç kaldıklarında ölmeyeceklerini biliyorum ve bazen yemlemediğim de oluyor; peki ben iyi biri miyim onlar için?
Yavrulayıp, yavrularını ben sakınmadıkça öldürebiliyorlar ve bende boşvermişim son zamanlarımda; hepsi doğdukları gibi ölüyorlar.
Tanrı da bizi böyle mi seyrediyor; bizi böyle mi seviyor, sahi gerçekten bizi seviyor mu?
23 Aralık 2013 Pazartesi
13 Aralık 2013 Cuma
yeni bir tiyatro eseri daha
Gizem li bir Hayat İster misin Yaşar?
Gizem: Hiç evlenmemiş ama hep aramış, master dereceli bir bilim kadını
Yaşar: Karısı tarafından terk edilmiş ve bunu hazmedememiş, entelektüel
bir öğretim görevlisi
Yusuf: Yaşarın çocukluk arkadaşı ve kötü gün sırdaşı. Memur.
Ela: Yusufun eşi, sınıf öğretmeni
(Yaşarın evinde; gizem, Yusuf ve yusufun eşi sessiz sinema
oynuyorlardır. Gizemle, yaşar; yusufla eşi oyun ortağıdırlar. Yaşar gizeme film
anlatıyordur)
Yaşar: (Eliyle iki işareti yapıp, başparmağını yukarı
kaldırır, sonra göğsüne vurarak “ben” deyip, bir liste işareti yapar eliyle ve
en üst noktasını gösterir)
Gizem: İki kelime, yabancı, senin en sevdiğin… bir numaralı
filmin… dövüş kulübü.
(gizem bilmiştir ve yaşar la birbirlerine sarılırlar ve
hemen tedirgin bir şekilde ayrılırlar, gülerek.)
Ela: Yuh artık. 15 saniye etti mi?
Yusuf: Abi bırakın da biz de yenelim, eve yenik ve ezik bir
erkek olarak mı dönmemi istiyorsunuz?
Ela: Saçmalama aşkım. Olayı nereye getirdin Allah aşkına.
Sen demogoji yapacağına azıcık bana adapte olsan biz kazanmıştık.
Yusuf: Kızım ikisi de akademisyen, ikisi de hayatlarının
yarısını sinema da diğer yarısını opera da geçiren tipler. Nasıl kazanmaktan
bahsedebilirsin?
Yaşar: abartmayın arkadaşlar, amma da ağlak çıktınız. Tamam
yeter bu gecelik bu kadar.
Gizem: bence de yeter, hem azıcık özgüvenleri kalsın da yine
oynayabilelim (hep beraber gülerler, bu arada tebrik edercesine gizemin elini
tutup sıkar yaşar ve hemen bırakır). Neyse ben çayı ısıtıcam isteyen var mı?
Yaşar: dur gizem sen ne yapıyorsun, ben ısıtırım ya, otur
sen lütfen.
Gizem: bana böyle ev sahipliği taslama, kimse iyi bir ev
sahibi olduğunu düşünmüyor, bizi kandıramazsın.
Yaşar: iyi o halde; tatlı getirecektim ama artık sana yok,
sayın densiz misafir. Çayın yanına kurabiye de getirebilirsin.
Gizem: aman kalsın bayat kurabiyelerin(sıcak bir
gülümsemeyle yaşara göz kırpar)
Yaşar: Aşk olsun ya daha son kullanma tarihine iki gün var.
Ela: ne? Ciddi misiniz siz ya?
Yusuf: kızım kek olma Allah aşkına.
Yaşar: özür dilerim ela, şaka yapıyorum tabi ki! Bu akşam
aldım, hem de “karamel aşkı” ndan aldım, bazıları çok seviyor diye(dönüp gizeme
sevgiyle bakar)
Gizem: aman zahmet etmişsiniz. Sahi oradan mı aldın, kuzum
başka yer mi yoktu da şehrin diğer yakasına gittin. Teşekkür ederim nezaket
sahibi insan.
Yaşar: ne demek; lafı bile olmaz. Hem şehrin diğer tarafına
gittim hem yeni çıkanlarını bekledim hem de iki katı para ödedim ama
gözlerinizde ki küçük kız sevincine değer gizem hanım(oda sevgiyle bakar
gizeme. Bu arada yusufla ela birbirlerine ikisini işaret ederler).
Yusuf: Aile var arkadaşım, gizem hanım çay ve kurabiye
alalım mı yoksa biz çıkalım mı?
Ela: Yusuffff!
Gizem: aman be Yusuf, aşk olsun ya. Hemen getiriyorum ama
sana yok. Saçmaladığın için kalkıp kendin alacaksın!
Yusuf: hadi ama şakaydı, ikinizde biliyorsunuz.
Ela: evet yine yusuftan uç noktada yersiz bir şaka.
Yusuf: sende mi tatlım?
Ela: ama hoş oldu mu şimdi?
Yusuf: hadi ama ya ne oldu espiri anlayışınıza. Tamam tamam
sustuk, kurabiye de yemeyiz çayda içmeyiz.
Yaşar: tamam üstüne gitmeyin arkadaşımın. Ben kaç senedir
katlanıyorum da siz iki dakika katlanamadınız. Hem sen daha iyi biliyor
olmalısın kocanı, değil mi Ela?
Ela: bilmez miyim. Neyse hadi bende sana yardım edeyim
gizemcim. Hem çok sevgili KOCAMA(yüksek sesle söyler) servisi ben yapmalıyım ne
de olsa görevim.
Yusuf: bir görev adledecekseniz zahmet etmeyiniz efendim.
Biz kendimiz de gayet alabiliriz, hatta o kurabiyeleri kendim dahi yapabilirim.
Ela: aman da aman küsermiş benim kocaman bebeğim. Sen zahmet
etme, adam almış zaten “karamel aşkı” ndan (eliyle imalı bir tırnak işareti
yapar ve gülerek çıkarlar gizemle birlikte)
Yusuf: Yaşar ya sahi hiç gizemli bir hayat düşünmedin mi?
Yaşar: nasıl yani; indiana jones gibi mi yoksa hayri potır
gibi mistik bir şey mi?
Yusuf: sulandırma oğlum ne dediğimi sende biliyorsun.
Yaşar: rica ederim başlama sende; şu evli insanların
bekarların soyunu tüketme çabalarına. Sahi ya sen de mi onlardan oldun. Abi bu
evlilik ne melun bişeymiş.
Yusuf: hadi ama zamanı gelmedi mi? Hangi yas bu kadar sürer,
hangi zaman bu kadar ağır işler. Geçti artık bırak da gitsin.
Yaşar: istersen oraya hiç girmeyelim ne dersin Yusuf!
(kızlar içeri girer ve son cümleyi duyan ela, yüksek sesle
sorar yusufa tabağını uzatıp yanına otururken)
Ela: Neymiş bakalım o hızla kapatılan mevzu, açın da biz de
öğrenelim.
Yaşar: korkma yusufla ilgili değil.
Ela: bir de olsaydı!
Yusuf: ya bişey soracağım gizem. Nasıl bildin 10 saniyede o
filmi.
Gizem: çok kolay. Bana kendi listesinde ki en favori filmini
işaret etti bende söyledim.
Ela: senin bir listen mi var yaşar?
Yaşar: yok ya sadece en beğendiklerim işte, izlediklerim
içinde tabi ki.
Yusuf: benim listemde ki en favori filmim ne aşkım(ela ya
dönüp sorar).
Ela:Senin bir listen mi var?(hep beraber gülerler) valla
varsa da benim haberim yok, hangi karıları kandırmak için kullanıyorsun bakayım
o listeyi(kızgın bir ifade takınmaya çalışıp yusufa döner)
Yusuf: ne karısı ya, bak şimdi filmden nereye geldik!
Yaşar: sahi ya ela; biz birilerini tavlamak için mi liste
yapıyoruz yani?
Ela: sen neden üstüne alındın ki ben kocamı sorguluyorum,
seni gizem sorgulasın.
Gizem: arkadaşlarrrr, sohbet saçma bir rotaya kayıyor. Biz
yaşar la iyi arkadaşız ve daha evvel en sevdiğimiz filmlerden defalarca söz
ettik hatta beraber çoğunu da izledik.
Yusuf: en sevdiği kitap, en sevdiği müzik?
Gizem: Orhan pamuk’un kara kitap’ı ve caz.
Yusuf: vaybe işte bu!
Yaşar: tamam abartma Yusuf, aramıza dönnn. Neyse mevzuyu
değiştirelim.
Ela: dur dur bir dakika yaşar, yok öyle hemen geçmek. Nasıl
birbiriniz hakkında bu kadar şey biliyorsunuz?
Yaşar: ya ben boş boğazlıkla anlatıvermişim kız da kaydetmiş
sağolsun.
Yusuf: Gizemin en sevdiği film, kitap, müzik? Hadi bakalım
yaşar.
Yaşar: “göl evi”, “kürk mantolu Madonna” ve candan Erçetin.
Ela: vay vay vay. Hani sende hiç ezberlememişsin helal olsun
yaşar. Ya siz harika bir çiftsiniz, bunu değerlendirsenize.
Gizem: ela lütfen, tadı kaçmaya mı başladı bu sohbetin. Biz
iki ayrı hayatı yaşayan, iki iyi arkadaşız hepsi bu.
Yusuf: sen demez miydin; sosyologlara göre en iyi evlilikler
birbirini anlayan dostlar arasında yapılan evliliklermiş diye?
Ela: sahi ya sen demiştin değil mi yaşar?
Yaşar: evet de o başka bir şey. Biz sadece arkadaşız.
Gizem: (yaşara biraz buruk bakar) evet ya sadece arkadaşız o
kadar.
Yusuf: oğlum unut artık o kadını. Şimdi küfrettirme bana.
Gizem: kadın mı?
Ela: al sana yine pot kırdın mı Yusuf bey. Boşver kız gizem
önemli bir şey değil.
Gizem: yok zaten beni
ilgilendirmez de demek ki bizim de paylaşmadıklarımız varmış. O kadar da iyi
bir çift sayılmazmışız( yapmacık gülümsemeye çabalar)
Yaşar: aferin sana, aferin. Neden insanın unutmak istediğini
unut diye burnuna sokar ki arkadaşları. Neyse neyse. Gizem bir ara anlatırım
sana, önemsiz bir şey.
Gizem: hayır gerek yok yaşar. Anlatmak istemediğine göre bir
nedeni vardır, saygı duyuyorum. Neyse size doyum olmaz ben kalkayım artık malum
yarın iş var ve biz kadınlar siz beylerden daha erken uyanmak zorundayız.
Yusuf: nereye ya? Daha erken değil mi?
Ela:hadi hadi bizde kalkalım yusufCUMMM!
Yaşar: ne o ya aynı zamanda mı geldiniz de beraber
kalkıyorsunuz.
Yusuf: kalkalım kalkalım bizde, emir büyük yerden.
(kapıdan tam çıkacaklarken yaşar, gizemin kolunu tutar ve…)
Yaşar: istersen sen biraz daha kal ben seni bırakırım.
Gizem: Gerek yok yaşar, teşekkür ederiz her şey için.
Yaşar: bari kurabiyeleri de götürseydin ben yemem
bayatlarlar.
Gizem: sağol, zahmet etmişsin ama daha yiyebileceğimi
sanmıyorum. İyi geceler (der ve yaşara soğuk bir şekilde bakıp öpmeden çıkar.
Yaşar ise öpmek için yanaklarına doğru hamle yapmışken öyle kalır)
(herkes gittikten sonra yaşar kapıya kafası dayar ve “lanet
olsun neden unutturmuyor hayat bana o günü” der)
Sahne 2
(geçmişe dönüş. Yaşar eve gelir,
kapıyı çalar kimse açmayınca anahtarıyla açar)
Yaşar: Aşkım, ben geldim. Kimse
yok mu? Aşkım? Allah Allah, bu saatte dışarı çıkmazdın ne oldu bir sorun mu
var. Saçmalama yaşar, yine paranoyaya bağladın. Pozitif düşün, pozitif ol,
evrene güzel enerji yolla.
(mutfak tezgahında kahve fincanı
vardır ve böcek ilacı sıkılmış pencereler kapalıdır)
Yaşar: Of be aşkım ya; sen ve
senin bu lanet olası böceklerin. Kaç kere anlatacağım sana; “böcekler soyu
tüketilmez tek canlılardır” diye. Defalarca da konuştuk uzun uzadıya; “nükleer
savaş dahi çıksa dünya üzerindeki tek kalacak olanlar senin böceklerindir” diye
sohbet etmemiş miydik? Gerçekten şimdi anımsadım da, nükleer yok oluş sonrası
evrimsel atalarımız böcekler olacak dediğimde ne gülmüştük.
Neyse pencereleri açayım da,
senin ölümsüzlerin yüzünden bizler kanser olmayalım. Ne var yani iki üç böcekle
evimizi paylaşsak ya aşkım. (pencereleri açar ve banko üzerindeki kahve
fincanını eline alır)
Allah, allah. Çok ilginç bu
bensiz kahve içmişsin. Fincanda hala sıcakmış, bu saatte kahve içip dışarıya mı
çıktın. Aşkım beni gerçekten şaşırtıyorsun. Yoksa böceklerine son darbeyi
vurmadan onlarla kahve mi içtiniz. (kendi espirisine güler ama tereddütlü bir
gülüştür, mutfak masasına oturur hala elinde fincan vardır, fincana bakarak
konuşmaya devam eder)
Yaşar: İlginç telefonun da
kapalı. Metro da falan mısın? Umarım şu gereksiz sürprizlerinden birini daha
yapmıyorsundur. Şimdi aklıma son doğum günümde hazırladığın parti geldi. Senden
beklemediğim bir performansla telefon rehberimden tanımadığın ki benim pek
sevmediğimden tanımanı hiçbir zaman istemediğim kişilere bile ulaşıp, onca
insanı eve sokmuş ve sen benim yanımdayken onlara anahtarlarımızı verip evde
bizi beklemelerini sağlamıştın. Ne korkmuştum ama! Kapı her zaman benim
kilitlediğimden farklı olarak tek kere kilitlenmişti de içeri biri girdiğini hemen
anlamıştım. Sana ayakkabıları düzelt deyip hızlıca içeri girip kötü bir durum
var mı diye kontrol etmiştim. Ne gereksizdi ya. Mutfak kapısı kapalıydı ki biz
hiç kapatmazdık, salon kapısı da kapalıydı. Ben hızlıca mutfağı sonra da salon
kapısını açıp karanlıkta yanan mumlara ve arkasında ki karanlık yüzlere anlam
verememiş, korkudan onca insana küfretmiştim. Sanırım yine böyle bir şeyin
peşindesin.
(kalkar ve pencereleri kapatır,
ketıl da su kaynatıp hızlıca hazır bir kahve hazırlar, kupa elinde beklemeye
koyulur)
Yaşar: Bakalım bu kez neyin
peşindesin. Senin doğum günün değil ki olsa benim yapmamı beklerdin. İnşallah
önemli bir şeyi unutmamışımdır. Öyleyse yandık ki, böceklerden beter zehirler
beni(eliyle kulağını çeker ve tahtaya vurur bir yandan da güler).
(kahvesini içerken bir yandan da
tedirgin bir şekilde telefonunu arar, en son ulaşamayınca arkadaşlarından
birini arar ve dialog ikisi arasında gelişir)
Yaşar: alo merhaba, Burçin nbr?
Burçin: (gayet soğuk ve
memnuniyetsiz ses tonuyla konuşur) iyiyim. Neden beni aradın?
Yaşar: şey, ya derya sende mi?
Burçin: hayır.
Yaşar: telefonu kapalı ve evde
değil, sana bir şeyler söyledi mi, (gülerek konuşur) hani sürpriz falan varsa
söz şaşırmış gibi yapacağım ama lütfen nerede olduğunu söyler misin? Açıkçası çok
meraklandım, bu saatte pek dışarda olmazdı.
Burçin; ne süprizi
saçmalama,(kısık sesle söyler) gerçi bir sürpriz olduğu kesin de, neyse.
Yaşar: anlamadım (kısık sesle
söylediğini tekrar söylemesini ister), burçincim son söylediğini duyamadım.
Burçin: neyse yaşar, lütfen beni
karıştırmayın, bu sizin sorununuz(der ve telefonu kapatır)
Yaşar: ne sorunu Burçin? Alo
Burçin, alo! (telefona bakar, yüzü bembeyazdır ve suratı düşmüştür) ne sorunu
ya, ne dedi şimdi bu geri zekalı. Harbiden bu kızı sevmemekte haklıymışım,
salak şey!
Allahım sen yardım et aklıma.
Nereye gitti bu kız, ne sorunundan bahsediyor bu Gülçin denen şırpıntı? Neyse
sakin ol, vardır bir açıklaması sakin ol, sakin. Derin nefes al ve kötü şeyleri
düşünme. Neyse içeriye bir bakınayım belki bir not bırakmıştır, şu bozuk para
kavanozundan aşırdığı paralar için bir gün ödeyeceğime benzer bir şeyler.
(elinde bir notla geri döner,
tümden çöker sandalyeye)
Yaşar: (kağıttakileri okur)
olmuyordu ama sen anlamadın. Seni aldatmadım, zaten biz seninle hiç birlikte
olmadık, aslında bir süredir ayrıydık bile denebilir. Bizi rahat bırak ve
arkamdan gelme, hiçbir koşulda dönmeyeceğim, olayları çirkinleştirmeyelim. Sana
yakıştığı gibi olgunlukla karşılayacağına inanıyorum, hoşça kal.
(kağıt elinden düşer, kalkıp
banko üzerindeki bardakları ve fincanı yıkar, lambayı söndürüp mutfaktan
çıkar).
27 Kasım 2013 Çarşamba
Tanrılar ve Krallar
TANRILARIN KRALLIĞINDA, KRAL TANRILAR
Hellium:
Pentaton’un kurucu baş bilge
Argantitus:
Pentanon’un danışman bilgesi
Ksenon:
İstihbarat bilgesi (pantanon’un kulağı)
Argonyus:
Stratejist bilge (savaş Tanrısı)
Neonidas:
Eğitimden sorumlu bilge (Doktrin uzmanı)
I.
Perde
(Tanıma ve özümseme)
Sahne 1:
Hellium: Bu sefer kinin
diğerlerinden farkı ne?
Argantitus: Daha hızlı yayılıyor
efendim. Ve… ve üstelik hiçbir mucizesi bile olmadan.
Hellium: Ve…
demek mucizesi de yok, öyle mi? Ne oluyor bu insanlara anlayamıyorum. O halde
nedir onu bizim için endişelenmeni gerektirecek denli büyüten.
Argantitus:
Bilemiyorum efendim, şimdilik.
Hellium:
(yerinden hızla kalkar ve öfkeli ses tonuyla) Beni iyi dinle doktor. Ne ben ne
de sen; geldiğimiz noktayı babamızdan miras almadık ya da kendi yarattığımız
Tanrıdan. Biz bilimle buradayız ve ben seni dinliyorsam; bu danışman görevinden
değil, bilimsel geçmişine duyduğum saygıdandır. Sakın bana dogmalarla, kıt
akıllıların hayal güçleriyle gelme. İnandığın şeyleri önüme koy ki sana olan
inancım zarar görmesin.
Argantitus:
Saygınız, saygımdandır efendim. Elbette size fikir verebilecek noktada değilim,
öyle bir iddiam da olmadı. Bulunduğunuz yeri hak eden bilgeliğinize hakaret
etmek aklımdan dahi geçmez, bu yüzden ben sizden danışmanlık için bunu sundum
size. Nedir, bu kolektif akıl tutulmasının ardında ki sır?
Hellium: Bu
denli ciddi yani! Peki, sizi kırdıysam özür dilerim doktor. Bununla ilgili tüm
istihbaratı istediğimi Ksenon’ a iletirseniz minnettar olurum. Kendisi bizzat
bununla ilgilensin, yarın akşam pentanon konseyini toplayalım. İlminize
saygılarımla, Doktor Argantitus.
Argantitus:
İlminize saygılarımla, efendi Hellium.
(Hellium, kollarını göğsünde
birleştirip kendiyle konuşur)
Hellium:
Hiçbir zaman bitmeyecek, bitiremeyeceğiz. Öyle ya; biz nasıl her defasında tüm
yaptıklarımıza rağmen alternatifi arananlar oluyorsak, teistlere de biz
alternatif olmadık mı? Bu sonsuza dek sürecek ve asla son bulmayacak bir varlık
savaşı olacak anlaşılan. Yeni fikirler, yeni taktikler gerekiyor bu kez. İnsan
doğası onlardan yana ama biz insanın erdemlerinden var olanız, insan olduğunu
idrak edememiş olsaydık nasıl olurda taraf seçebilirdik. Taraf! Evet, bu kez
aynı tarafta olmalıyız.
Sahne 2:
(Pentanon konseyi toplanmıştır.
Beş ilmi kadim insan; Hellium, Argantitus, Ksenon, Argonyus ve Neonidas bir
aradadır ve beyin fırtınası yapmaktadırlar).
Hellium:
Kadim dostlar, ilminize saygılarımla. Bugün sizlerin de bilgi sahibi olduğunuz,
yeni bir fikri yaratmak için toplandık. Yok, edilmesi gereken bir başka ilkel
dogmayla karşı karşıyayız. Doktor dostumuz Argantitus sizleri
bilgilendirmiştir, sanıyorum.
Ksenon:
Doktorun size ilettiğinden daha hızlı ilerliyorlar.
Hellium:
“…ilerliyorlar…” derken, çoğul konuştuğunuz dikkatimi celp etti, sevgili
dostum. Kaç kişiler, kaç mürit ya da kaç havarileri var? Daha önemlisi, kaç
Tanrıyla karşı karşıyayız, dostum Ksenon?
Ksenon:
Tek Tanrı, tek peygamber ve hızla artan inananlar. Mürit ya da havari
demiyorlar kendilerine. Sadece inananlar var.
Argonyus:
Bu defa ki fark nedir, dostlarım? Bunu diğerlerinden farklı kılan üstün tarafı
nedir ki, bizler pentanon’u topladık. Gereksiz kaygı sezinler gibiyim.
Hellium:
Haklısın ve yanılıyorsun kadim dostum. Diğerlerinden farkı küçük nüanslar olsa
gerek ama maya aynı, emin olabilirsin. Toplanma nedenimize gelirsek sevgili
ilim dostları; bu kez tümden yok etmek düşüncesindeyim. Her defasında, tekrar
ve tekrar geri gitmelerle asla olmak istediğimiz noktaya gelemeyiz. Bu kez faklı
olmalı, karşılarında durmayıp yanlarında hatta içlerinde olmayı teklif
ediyorum.
Neonidas:
Bu duyduklarım, inanılmaz. Bizler de mi kaybettik. Bu denli zayıfladık mı yoksa
onlar mı farkına varamadığım denli güçlendiler. Teslimiyet sezinliyorum. O
halde ruhumu bedenin tutsaklığından sen kurtar aziz dostum Hellium!
Hellium:
Ey aziz dostum, Neonidas. Kaygın kaygımdır ama şimdi kaygın gereksiz.
Teslimiyet söz konusu olduğunda Pentanon da olan tek bir dostumun dahi ruhunu
bedeninde, bedenini bir başkasının esaretinde tutacağını zannetmem.
Argonyus:
Aydınlat bizleri, aydınlatıcımız olduğun gibi. Şartlar bizi ne gibi bir yolda
sınıyor bu kez? Bedenim, seninkinden önce çürümeden teslimiyet konuşulmayacak
bunu bil de ona göre söyle.
Hellium:
En iyi savunma saldırıdır, sen de bilirsin Argonyus dostum. Ama bu kez
saldırıyı çok çok geciktireceğiz. Öyle ki; onlar kendilerini yok edelim diye
bizlere koşacaklar.
Ksenon:
Nasıl olacak, kadim bilgemiz?
Hellium:
İstihbarat sız saldırı; karanlık gece de sisle savaşmak gibidir demez miydin
savaşçı dostum? Ne biliyoruz haklarında? Neyi nasıl savunuyorlar? Bir tek
mucize dahi yokken ortada nasıl olabilir de insanların fikirlerine bu denli
hızlı bulaşabiliyorlar?
Argantitus:
İçlerine sızmayı ve fikirlerini öğrenip, kendi fikirleriyle yok etmeyi mi
planlıyorsunuz? Ajanlarımız sayesinde, fikirleri fikirlerimizle mi
zehirleyeceğiz?
Hellium:
Akılın en iyi temsilcisi büyük sırdaş, kısmen haklısın. Ama daha önce de bunu
yapmadık mı? Bu kez farklı olmalı ve öyle olacak. İçlerine ajanlarımızı
sokmayacağız; mademki bu denli bulaşıcıysa, içlerine sokabileceğimiz en güçlü
ajanımıza dahi güvenebilir miyiz? Bu eminlikte olabileceğin kaç adamın var
sevgili dostum, Ksenon?
Ksenon:
Bu işittiklerimi işitmeden evvel, size bir düzineden fazlasını gözüm kapalı
getirirdim ama artık gözümün açık kalması gerektiğine inandım. Sizi büyük yapan
fikirlerinizle yön bulmaya hazırım, aydınlatın bizi efendi Hellium!
Hellium:
Bana güvenir miydiniz, sevgili dostlarım?
Argantitus:
Şüphesiz!
Ksenon:
Kendimden bile fazla!
Argonyus:
Ama sevgili dostum, yoksa…
Neonidas:
Efendim, bunun nasıl riskler içerdiğinizden bilgi sahibi olduğunuza eminim,
fakat?
Hellium:
Risk mi? Sevgili dostum, fikirlerime bulaşmalarından mı korkuyorsun yoksa
ölebilecek olmamdan mı? Ölmek beni mutlu eder ki; arkamda pentanon’un dört
sağlam üyesi daha var. Hanginiz benim yerimi alamazsınız ki? Şüphemiz
olmaksızın planlarımıza sadık kalacağınıza eminim, o halde endişe ettiğiniz
fikri bulaşık olsa gerek! Haklı olabilirsiniz kadim dost, ama bir de şöyle
düşünmeliyiz; olur da benim fikirlerimi dahi değiştirebilecek bir yeni fikir
varsa, bizlerinde değişmez kalması bağnazlık olmaz mıydı?
Argantitus:
Değişmek mi? Bizlerde mi?
Hellium:
Endişeye gerek yok dostlarım, kaygılarınızı silin; şimdilik. Henüz bu denli
güçlü bir fikir olduğundan emin değiliz, henüz bizleri ve fikirlerimizi alt
edemediler. Önce öğreneceğiz, sonra gerekeni tekrar ve tekrar konuşuruz
dostlarım. Sarsılmaz bir inancım varsa; o da sizlerin bilime ve birbirinize
olan sadakatinizdir, dostlarım. Kadim olan bilgi adına, ilminize saygılarımla.
Argonyus:
İlminize saygılarımla, kadim dostlarım.
Argantitus:
İlelebet yaşayacak bilgeliğinize tereddütsüz saygılarımla bilge dostlarım,
yerim sizin savaşınızdır.
Neonidas:
İlminize saygım, ilmimden gelir kadim dostlar. İlimle ve sizinleyim.
Ksenon:
Pentanon sonsuza dek var olacak, bilgeliğinizde. İlminize saygılarımla.
Sahne 3:
(aradan 1 yıl geçmiştir, Hellium;
çöllere, dağlara, şehirden uzakta yaşayan onlarca rahip, haham ve budistle
tanışmış; hepsinden ne anlatılmışsa dinlemiştir. Pentanona geri dönmüştür ve beş yüce bilge
tekrar bir aradadırlar)
Argantitus:
(Büyük şaşkınlık içindedir ve telaşlıdır, Hellium u kucaklar) Ne olmuş sana
böyle, bilgeler bilgesi Hellium?
Ksenon:
Hellium sen misin, bu? Gözlerime inanmasam da kalbim sen olduğunda ısrarcı!
Hellium:
Evet sevgili dostlarım; sadakatin ta kendisi; Argantitus, söylenmemişleri dahi
duyan; Ksenon, sen ey yüce savaşçı; Argonyus ve işte yeni nesillerin mimarı;
Neonidas. Selam ve bilgelikler size.
Neonidas:
Anlat bizlere, ey bizi biz yapan yüce bilge. İlmine ne kattın, neleri ve
kimleri tanıdın, anlat!
Argonyus:
Hellium, hala bizimle misin? Yoksa…?
Hellium:
Argonyus sevgili dostum, yine sertsin ve gerçekçi. Sevmezsin dolambaçlı
cümleleri ve istediğini vereceğim sana, hemen şimdi! Lütfen oturun dostlarım,
oturun. Anlatacaklarım ayakta dinlenemeyecek kadar uzun ve detaylı.
Argantitus:
Dinlenmek istersen bekleyebiliriz, Hellium. Bunca zamana bir gece daha ekleriz,
sen istersen.
Hellium:
Sağ ol sevgili dost ama hemen anlatmalıyım, hemen dinlemelisiniz. İnsanlığın
biriktirdikleri öyle çok ki. Nelere inandıklarına inanamazsınız. İnsan
doğasının doğallığında, her kavim farklı olduğunu sandığı aynı insanı erdemleri
yaratıp adına başka başka diyorlar.
Neonidas:
Nasıl yani sevgili dostum? Aynı fikirler ve başka isimler mi yoksa başka
Tanrılar aynı öğretilerle mi insanları eğitiyor?
Ksenon:
O halde çok seçkin ya da seçilmiş veli tanımış olmalısın. Nasıldılar, ne
anlattılar, gerçekten mucize sahibi olanlarıyla karşılaşabildin mi?
Hellium:
Mucize. Mucize; Tanrının koyduğu yasaları ihlal etmektir ki bunu da ancak Tanrı
yapabilir ya da yaptırabilir. Seçilmişler konusuna gelince; evet gerçekten
seçkinler tanıdım ama bunları ne Tanrı ne de İnsanlar seçmiş. Seçkinler,
diğerlerinden farklılıklarıyla öne çıkmış farklı erdemde olan mütevazı
insanlardı.
Argonyus:
Bizim gibi insanlar mı? Ölümlü ve zaafları olan beşerler mi yani?
Hellium:
Öyle ya, çok güzel dedin kadim dostum. Bizler gibi, sen gibi ve Argantitus ya
da Ksenon gibi. Sizlerde seçkin değil misiniz? Pekala bizler de veli
olabiliriz, belki de öyleyizdir. Kafamızın içinden ve bizim cümlelere
döktüğümüz cümleler, onlar ilahi kudretin kelamı olsalar; bizler vahiyle
konuşuyor olmaz mıydık?
Ksenon:
Kadim bilge, sade anlat ne anlatacaksan.
Hellium:
Sadelik, tam da senin tarzın kadim insan. Bilgeliğinin farklılığı bu! Evet,
dostlarım; kafamızda canlanan fikirlerimizi kulağımıza fısıldayan melekelere de
inanabilirsiniz veya insanın seçme hürriyetine. Aslolan inanmaksa, taşa da
ağaca da inanmadı mı insan? Korktuğu için değil miydi; şimşek Tanrısı ya da
ateş veya depremlerin sahibi yer altı Tanrısı. Şimdi hangisi var? Neden yoklar,
kim yok etti onları.
Argantitus:
İnsanlar korkmuyor artık bu saydıklarından; çünkü biz ve bizden öncekiler
öğrettik doğru olanı hem de dosdoğru haliyle. Ama…
Hellium:
Ama, başka başka korkulara bıraktılar yerlerini öyle değil mi? İnsan büyüdükçe
korkmayı öğrenir, insanlık geliştikçe de yeni korkuları icat etti. Hangi çocuk
ölümden korkar ya da eli kanlı bir cellattan. Bilmedikçe, anlamsız olan ne
varsa öğrendikçe korkulara dönüşüverir. Tümden korkusuz tek insan yoktur ve
olmayacak da. O nedenle; seçilmişler korkuları defetmek için tekrar ve tekrar
gelecekler. Tanrıdan geldik veya Tanrı bize geldi diyecekler.
Neonidas:
O halde sevgili bilginim; bunlarla savaşmak imkânsız mı diyorsun? Yoksa sen de
mi imkânsızlıklara ikna oldun? Kanıtlanamaz yoktur; çünkü yokluğunun bile
kanıta ihtiyacı vardır, diyen Hellium gitti mi artık? Ne olur yüce insan
aydınlat bizleri!
Hellium:
Burada ve sizlerleyim, sevgili dostlar. Kadim dostluk bu demek değil mi zaten.
Hala aynı düşüncedeyim, dostum Neonidas. Ama eklemelerle geliştirilemeyen yok
olmaya mahkûmdur, unutma. Bildiklerimize yenilerini eklemenin neresi yanlış?
Bir düşünün! Bizler yok edemiyorsak onlar da var edemez; bizler yokluğunu
kanıtlayamıyorsak, onlar da varlığını. O halde denk bir savaşın tam
ortasındayız. Bir küçük hile yapmazsak eğer!
Argantitus:
Beklediğimiz Hellium cümleleri bunlar, hoş geldin kadim dost, anlat!
Hellium:
Hoş bulmuştuk zaten dostlar dostu Argantitus. Savaşları kazanan bilge
komutanlar ve stratejileridir; öyle değil mi Neonidas? Bu kez bizler yokluğunu
kanıta uğraşmak yerine, varlığını kanıtlayacağız.
Ksenon:
İmkânsız!
Hellium:
Bizi de güçlendirecek olan da bu imkânsızlık olacak, bilge dostlarım. Yokluğu
kanıtlanamayanın, yokluğunu kanıta asla izin vermeyerek varlığını devam
etmesine olanak sağlayacağız. Varlık, varlığını bizimle sürdürdükçe; yok olması
imkânsız olacak ki, bir başka Tanrıya ya da başka Tanrıların velilerinde lüzum
kalmayacak. Kadim bilgi; kadim Tanrıyı yaratacak. Sapkınlıklar ortadan
kayboldukça, aydınlanma da; o hızla insanlarımızı ve insanlığımızı daha yüksek
bilgiye sevk edecek. Bilgi Tanrısı! İşte yeni ve sonsuz Tanrımız.
Argantitus:
Anlaşılan o ki; Bilgi Tanrısı seni veli tayin etmiş kendine, ey yüce seçilmiş
Hellium!
(Pentanon da ki beş kadim dost
hep birlikte güler ve birbirlerini tebrik ederler, özellikle de Hellium u)
Sahne 4:
3 Kasım 2013 Pazar
Çocukluğuma...
Merhaba çocuk. Kendime yazdığım
şu anımda kaç yaşımdayım bilmiyorum. Sana bir başkasıymışsın gibi hitap
edeceğim, böylesi daha mantıklı olacak gibi.
İlkokulun serbest resim
saçmalığında, arkadaşların çiçek böcek çizerken sen savaş sahnesi çizip de
annenin okula çağrıldığı, dördüncü sınıftaki sana yazmak istiyorum. Boş koy
gitsin! Öyle zamanlar gelecek ki; senden çok küçük çocuklar ölümün üç
boyutlusunda büyüyecekler. Anormal olmadığını kimse bilmeyecek ama ben sana
söyleyeyim; realist olmakla lanetlenmişsin, çok üzgünüm ama hala realistim.
Hayalini kurduğun yaşlarda,
hayalini kurduğun ne varsa hepsini unut; çünkü hiç birini gerçekleştiremediğin
zamandan kendine mektup yazarken, kendine yalan söyleyemeyecek kadar gerçek bir
başarısızlık oluvereceksin.
Sana yalanlar söyleyecekler;
annen, baban ve en çok da hayatındaki egolarıyla öğretmenlerin. Çok zeki
olduğundan bahsedecekler, yarışmalardaki derecelerinle daha bir heveslenecek
daha bir yarışa itecekler seni, sanki iyi yapmışlar gibi. Kazandıkça kaybetmiş
bulacaksın kendini. Kaybettiğinin farkına çok ironik bir yerde varacaksın; bir
psikoloğa âşık olmuş ve çıkma teklif etmişken, kız; ciddi olup olmadığını
sınayan gözlerle, sana bakarken mesela!
Kaç kez aşık olacağını
söyleyemeyeceğim çünkü aşık olacak mısın pek emin değilim. Ama sana aşkın
kimyasını çözdüğün an itibariyle; sinema perdesinin arkasından sahnede ki filme
bakan şaşkın tiplere bakar gibi tüm herkesi seyredeceğini söyleyebilirim. Ve
içinden hepsine haykırmak gelecek; “bunları gerçek mi sanıyorsunuz, doğa siz
üreyin diye sizinle dalga geçiyor” diye. Hayatına giren kızlara da
söyleyeceksin ama inanmayacaklar. “Allah belanı versin” ve “son olmayacaktın da
ne diye hayatıma girdin” laflarını ezberleyeceksin ama sonrakileri uyarmana
rağmen yine inanmayacaklar sana. Bir tek; “nasılsa gitmeyecek misin neden sana
alışayım ki” diyen kızın tavrını seveceksin. Mavi gözleri kalacak aklında ve
bir de sana yaptığı son kahve.
Gün gelecek göz doktorun, “göz
kuruluğu” teşhisi koydu diye yapay gözyaşı damlaları kullanmaya başlayacaksın.
Sana “hiç ağladın mı?” diye soran kızı anımsayacaksın, tebessümle. Ciddiyetle
sorunun cevabını arayacaksın. Dur ben sana söyleyeyim; kızın beklediği cevapla
alakasız olacak, o senin kim için ağladığını merak ederken, sen bir kişiye
değil 250bin kişiye ağladığını itiraf edeceksin; yıl 2005 olacak. Kız cevabınla
teselli olmayacak ama sana kalan; geçmişte ki o trajediye tek kişilik yolculuk
olacak.
Geleceğin, şu anından çok da iyi
olmayacak. Sen bilmiyor olsan da ben hatırlıyor olacağım senin yerine. Bir gün
bir kitap da; “mutluluk doğuştan size hediye edilmemişse boş yere uğraşmayın”
yazan yazıyı okuyacaksın. Bilimsel verilerle uğraşacaksın; %50 genlerinizin,
%40 sizin kontrolünüzde ve %10 çevresel faktörler belirliyor mutlu olup
olamadığınızı diyecek meslektaşların. Sakın inanma. Hayatının %10 unun kontrolü
bile senin elinde olmayacak.
Büyüdüğünde ne olduğunu merak
ediyorsun değil mi? İlkokuldan beri zikrettiğin bilim adamı olmak için çok ama
çok uğraşıp bir hiç olacaksın en sonuçta. Hayat anlamsızmış anlayacaksın; bilim
yapmaktan çok daha zormuş adam olmak en çok bunu gözlemleyeceksin tüm
yaşadıklarında. Hayatından o kadar çok insan girip çıkacak ki; onlar gittikçe
ne kadar da az insan tanımışım diyecek kadar insanların ahmaklıklarını analize
uğraşacaksın.
Merak ettiğin birkaç soruya daha
cevap vereyim; hayır evlenmedin ve dolayısıyla üçüz kızların da olmadı, evinde
yok arabanda. Elinde anlarını tespih gibi dizdiğin bir yokluk olacak; bu
yaşında. Evliliğe bakışını anlayacak birini bulamadığın için üzgünüm, ya da
bulamadığım için mi demeliyim. Sen suçlu değilsin, ben de değilim ama mağduruz;
çocuk!
“Bilmek” denen hastalık kanında
dolaştığı zamanlarca; öğrenmek için olmadık yerlerde dolaşacaksın. Bedeller
ödeyeceksin bilgi uğruna, ömründen; olmayan yaşların akıp gidecek, kimi zaman
bir laboratuvar da kimi zaman hayatın en diplerinde bir yerlerde.
Her şeyi sorguluyor bulacaksın
kendini; büyüdükçe. Herkese normal gözüken ne varsa senin şüpheciliğin daha da
artacak. Ve tüm çıplaklığıyla gördüğün her şeyi, hiç kimseye hiç bir şekilde
anlatamayacaksın. Karamsar diyecekler ya da eş anlamlısıyla kötümser; oysa
insanlar ölüyorken ve öldürüyorken insanlar, şükrettiklerine şahit olacaksın.
Tek tanrıya giden yollarda ki dinlerin savaşını izleyeceksin, aynı dine
mensupların bile mezhep denen kendi icatlarıyla ötekileri yaktıklarını
izleyeceksin. Üzgünüm belki yaşın buna müsait değil ama sen diğerlerinden
farklısın diye rahatlıkla sana yazıyorum. Eminim ki sende en gerçek olanı tüm çıplaklığıyla
bilmek isterdin, ben de bil istedim.
Sana yazabileceğim o kadar çok
şey var ki; bu yüzden susmak zorundayım. Sana, yaşadıklarımı yaşama diyebilmek
adına “dikkat et” haritası çıkarmak isterdim; ama biliyorum ki sen herkese
meydan okuduğun gibi bana da meydan okuyup üzerine gider ve hepsini en acısıyla
yaşardın. Sanırım daha önce, benim gelecekteki halimin yazdığı haritayı tekrar
tecrübe ettiğimden bu haldeyim ve bende sana yazmak gibi bir dejavuyla seni
yanlış yola itiyorum. Özür dilerim.
Haberin yok; henüz. Higgs bozonu
bulundu. Tanrının belası Tanrı parçacığını bulduk sonunda. Yeni bir çağ açıldı
da, insanlar içinde savaş olmayan çağ dönümlerini kabul etmiyorlar ya; bu
nedenden çağı kapattıramadık. Paralel evrenler kuramını kanıtlayamadık ama sen
buradasın ya da ben senin yanındayım.
Geçti ömür ve senin çok sevdiğini
sananlar zor sevdiğinden çokça deneme yapmak zorunda olduğunu anlamadılar;
bunun içinde özür dilerim.
Dilinde “keşke” olan biri olduğum
içinde, geçmişten nefret edip geleceğe umutsuz bakan biri olmak zorunda
olacağın için de özür diliyorum.
Hiç birinin anlam ifade etmediği
özürlerim içinse ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadece üzgünüm, hem senin için hem
kendim için. Üzgünüm.
Çocukluğuma...
Merhaba çocuk. Kendime yazdığım
şu anımda kaç yaşımdayım bilmiyorum. Sana bir başkasıymışsın gibi hitap
edeceğim, böylesi daha mantıklı olacak gibi.
İlkokulun serbest resim
saçmalığında, arkadaşların çiçek böcek çizerken sen savaş sahnesi çizip de
annenin okula çağrıldığı, dördüncü sınıftaki sana yazmak istiyorum. Boş koy
gitsin! Öyle zamanlar gelecek ki; senden çok küçük çocuklar ölümün üç
boyutlusunda büyüyecekler. Anormal olmadığını kimse bilmeyecek ama ben sana
söyleyeyim; realist olmakla lanetlenmişsin, çok üzgünüm ama hala realistim.
Hayalini kurduğun yaşlarda,
hayalini kurduğun ne varsa hepsini unut; çünkü hiç birini gerçekleştiremediğin
zamandan kendine mektup yazarken, kendine yalan söyleyemeyecek kadar gerçek bir
başarısızlık oluvereceksin.
Sana yalanlar söyleyecekler;
annen, baban ve en çok da hayatındaki egolarıyla öğretmenlerin. Çok zeki
olduğundan bahsedecekler, yarışmalardaki derecelerinle daha bir heveslenecek
daha bir yarışa itecekler seni, sanki iyi yapmışlar gibi. Kazandıkça kaybetmiş
bulacaksın kendini. Kaybettiğinin farkına çok ironik bir yerde varacaksın; bir
psikoloğa âşık olmuş ve çıkma teklif etmişken, kız; ciddi olup olmadığını
sınayan gözlerle, sana bakarken mesela!
Kaç kez aşık olacağını
söyleyemeyeceğim çünkü aşık olacak mısın pek emin değilim. Ama sana aşkın
kimyasını çözdüğün an itibariyle; sinema perdesinin arkasından sahnede ki filme
bakan şaşkın tiplere bakar gibi tüm herkesi seyredeceğini söyleyebilirim. Ve
içinden hepsine haykırmak gelecek; “bunları gerçek mi sanıyorsunuz, doğa siz
üreyin diye sizinle dalga geçiyor” diye. Hayatına giren kızlara da
söyleyeceksin ama inanmayacaklar. “Allah belanı versin” ve “son olmayacaktın da
ne diye hayatıma girdin” laflarını ezberleyeceksin ama sonrakileri uyarmana
rağmen yine inanmayacaklar sana. Bir tek; “nasılsa gitmeyecek misin neden sana
alışayım ki” diyen kızın tavrını seveceksin. Mavi gözleri kalacak aklında ve
bir de sana yaptığı son kahve.
Gün gelecek göz doktorun, “göz
kuruluğu” teşhisi koydu diye yapay gözyaşı damlaları kullanmaya başlayacaksın.
Sana “hiç ağladın mı?” diye soran kızı anımsayacaksın, tebessümle. Ciddiyetle
sorunun cevabını arayacaksın. Dur ben sana söyleyeyim; kızın beklediği cevapla
alakasız olacak, o senin kim için ağladığını merak ederken, sen bir kişiye
değil 250bin kişiye ağladığını itiraf edeceksin; yıl 2005 olacak. Kız cevabınla
teselli olmayacak ama sana kalan; geçmişte ki o trajediye tek kişilik yolculuk
olacak.
Geleceğin, şu anından çok da iyi
olmayacak. Sen bilmiyor olsan da ben hatırlıyor olacağım senin yerine. Bir gün
bir kitap da; “mutluluk doğuştan size hediye edilmemişse boş yere uğraşmayın”
yazan yazıyı okuyacaksın. Bilimsel verilerle uğraşacaksın; %50 genlerinizin,
%40 sizin kontrolünüzde ve %10 çevresel faktörler belirliyor mutlu olup
olamadığınızı diyecek meslektaşların. Sakın inanma. Hayatının %10 unun kontrolü
bile senin elinde olmayacak.
Büyüdüğünde ne olduğunu merak
ediyorsun değil mi? İlkokuldan beri zikrettiğin bilim adamı olmak için çok ama
çok uğraşıp bir hiç olacaksın en sonuçta. Hayat anlamsızmış anlayacaksın; bilim
yapmaktan çok daha zormuş adam olmak en çok bunu gözlemleyeceksin tüm
yaşadıklarında. Hayatından o kadar çok insan girip çıkacak ki; onlar gittikçe
ne kadar da az insan tanımışım diyecek kadar insanların ahmaklıklarını analize
uğraşacaksın.
Merak ettiğin birkaç soruya daha
cevap vereyim; hayır evlenmedin ve dolayısıyla üçüz kızların da olmadı, evinde
yok arabanda. Elinde anlarını tespih gibi dizdiğin bir yokluk olacak; bu
yaşında. Evliliğe bakışını anlayacak birini bulamadığın için üzgünüm, ya da
bulamadığım için mi demeliyim. Sen suçlu değilsin, ben de değilim ama mağduruz;
çocuk!
“Bilmek” denen hastalık kanında
dolaştığı zamanlarca; öğrenmek için olmadık yerlerde dolaşacaksın. Bedeller
ödeyeceksin bilgi uğruna, ömründen; olmayan yaşların akıp gidecek, kimi zaman
bir laboratuvar da kimi zaman hayatın en diplerinde bir yerlerde.
Her şeyi sorguluyor bulacaksın
kendini; büyüdükçe. Herkese normal gözüken ne varsa senin şüpheciliğin daha da
artacak. Ve tüm çıplaklığıyla gördüğün her şeyi, hiç kimseye hiç bir şekilde
anlatamayacaksın. Karamsar diyecekler ya da eş anlamlısıyla kötümser; oysa
insanlar ölüyorken ve öldürüyorken insanlar, şükrettiklerine şahit olacaksın.
Tek tanrıya giden yollarda ki dinlerin savaşını izleyeceksin, aynı dine
mensupların bile mezhep denen kendi icatlarıyla ötekileri yaktıklarını
izleyeceksin. Üzgünüm belki yaşın buna müsait değil ama sen diğerlerinden
farklısın diye rahatlıkla sana yazıyorum. Eminim ki sende en gerçek olanı tüm çıplaklığıyla
bilmek isterdin, ben de bil istedim.
Sana yazabileceğim o kadar çok
şey var ki; bu yüzden susmak zorundayım. Sana, yaşadıklarımı yaşama diyebilmek
adına “dikkat et” haritası çıkarmak isterdim; ama biliyorum ki sen herkese
meydan okuduğun gibi bana da meydan okuyup üzerine gider ve hepsini en acısıyla
yaşardın. Sanırım daha önce, benim gelecekteki halimin yazdığı haritayı tekrar
tecrübe ettiğimden bu haldeyim ve bende sana yazmak gibi bir dejavuyla seni
yanlış yola itiyorum. Özür dilerim.
Haberin yok; henüz. Higgs bozonu
bulundu. Tanrının belası Tanrı parçacığını bulduk sonunda. Yeni bir çağ açıldı
da, insanlar içinde savaş olmayan çağ dönümlerini kabul etmiyorlar ya; bu
nedenden çağı kapattıramadık. Paralel evrenler kuramını kanıtlayamadık ama sen
buradasın ya da ben senin yanındayım.
Geçti ömür ve senin çok sevdiğini
sananlar zor sevdiğinden çokça deneme yapmak zorunda olduğunu anlamadılar;
bunun içinde özür dilerim.
Dilinde “keşke” olan biri olduğum
içinde, geçmişten nefret edip geleceğe umutsuz bakan biri olmak zorunda
olacağın için de özür diliyorum.
Hiç birinin anlam ifade etmediği
özürlerim içinse ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadece üzgünüm, hem senin için hem
kendim için. Üzgünüm.
13 Ekim 2013 Pazar
Tiyatro eseri
İLK SAHNE
Bir kayanın üzerinde oturmuş, elinde kanlı taş var. Önünde yatan, kafasına vurarak öldürmüş olduğu kardeşine bakıyor.
K: ne yaptım ben? Sadece korkutacaktım ama neden hala kalkmıyor yerden? Bu elime yapışan, kafasından akan şey de ne?
O an da bir karganın, ölü olan bir başka kargayı çekerek çukura götürdüğünü izler ve kargayla sohbet eder gibi kendiyle konuşmaya başlar.
K: Sende mi babana öfkelendin de kardeşinin kafasına taşla vurdun, siyah kuş? Neden kalkmıyorlar söylesene; yoksa bir daha kalkmayacaklar mı? Senin de hesap vermen gereken baban var mı? Yoktur tabi; hem kim bilir belki de kardeşini sen bu hale getirmemişsindir. Ne yapıyorsun sen siyah kuş? Neden kardeşini çukura attın, yoksa o bir daha kalkmasın diye mi? Ama üzerine toprak atarsan bir daha kalkamaz ki diğer kuş. Git buradan, seni rezil kuş.
Çukurda ki kuşu topraklarından temizler ve eline alır. Kuşun başı aşağı düşer ve kötü kokusundan midesi bulanır, tekrar çukura geri atıp üzerini örter. Kardeşinin başucuna geçip düşünmeye devam eder. Kardeşinden de koku geldiğini fark edip; siyah kuş gibi kardeşini gömmeye karar verir.
Kardeşini gömmüştür. Toprağa ellerini sürerek ellerindeki kandan kurtulmaya çalışır ve bir yandan içinde hissettiği ama daha önce hiç duyumsamadığı duyguyu seslendirir.
K: Aklı olmayan bir siyah kuştan yol sorar olmuşum. Keşke babama ne diyeceğimi de söyleyiverseydi. Acaba “hep senin yüzünden oldu bunlar” mı derdi babasına? Evet, babamın onu benden daha çok sevmesiydi tüm neden. Hep kardeşimi: ”aferin” deyip başını okşarken, bana kızmasıydı bu kavgalarımıza neden olan?
Öfkelenir ve ayağa kalkar.
K: Bana da onun kadar güzel söyler söyleseydi ya. O çok güzel sebzeler yetiştirirmiş de ben hayvanlara iyi bakmazmışım. O Tanrıya sürekli en güzel nimetleri sunarken, ben… ben…. Neydi o kelime; hah, buldum hasetmişim. Bize tüm nimetleri veren Tanrıdan nasıl olurda verdiklerine karşılık şükranlarımızı sunmak da cimri davranırmışım.
K: İyi ya en güzelini ona verecektik de neden bize verip geri istiyor o halde. Tanrı mı ahmak biz mi ahmağız? Sahi ya; kardeşime güzel sebzeler verirken iyiydi de bana neden hastalıklı hayvanlar verip, daha iyisini hatta en iyisini benden neden istiyor o halde? Kısır hayvanları kurban edemezmişim; iyi de yavrusu olmayanı veren o değil mi, alsın o halde geri kısır olanı da bize bol yavru yapan semizlerinden versin ki bende bir daha ki sefere çok daha güzellerini vereyim.
İyice öfkelenir, eline birkaç taş alıp ileri ve yukarıya doğru fırlatır. Sesini de olabildiğince yükseltir. Ve o an da kardeşinin mezarına bir tekme savurur.
K: Al sana işte. En sevdiğin, en değerli evladını kurban verdim. Madem her şeyin iyisini Tanrıya vermeliydik de sen neden oğlunu kurban verme görevini bana bıraktın. Bunları benden duyduğunda ne diyeceksin çok merak ediyorum doğrusu.
K: Şimdi geri dönüp nasıl söylerim? Geri de dönemem ki artık. Evet, dönmemeliyim, dönmeyeceğim? Artık iki kurbanın var, Tanrıya sunduğun; biri toprak altında diğeri de senden olabildiğince uzakta dağlarda olacak baba ve sen bir daha ikisini de görmeyeceksin.
K: Güzel kızı vermek istediğin oğlun yok artık, güzel kızı isteyen oğlunsa senden de kızından da vazgeçiyor; hem de sonsuza dek.
Mezarın başından uzaklaşırken, mezarın kenarına birkaç taş bırakır; bir daha ki gelişinde yerini tam olarak bulabilmek için. Kim bilir belki topraktan geldik diyen babası haklıdır da kardeşi yeniden topraktan geri gelir diye.
Bir mağara da uyumaktadır. Rüyasında kendine ne yaptığı anlatılmakta ve neden yaptığına dair sorularla vicdani rahatsızlık denen olguyu öğrenmesi sağlanır.
Dış ses: Kardeşini öldürdün. Biz can verdik sen canını aldın. Lanetlendin artık, sen ve senden olan herkes lanetimize uğrayacak. Ölümü anladın, öldürmeyi öğrendin, sen canı alan bir katilsin, suçlusun ve cehennem ateşini sen gibiler için her daim korkunç alevlerle ısıtacağız. Kor ateşlerin rengi beyaza dönene dek; insan etiyle harlayacağız; sen gibi suçluların etleriyle. O ne korkunç bir yerdir.
Uykudan sıçrar ve gözyaşlarıyla boğulacak gibidir. Ağlamaktan kendini alamaz ve bir yandan da bağırarak; babasını ve babasının Tanrısını suçlar.
K: Neden. Neden? Ben neden suçlu oluyorum ki. Neden cehennem de sadece ben yanayım. Bilseydim ki kardeşim o taşla ölecek o lanet taşı elime alır mıydım sanıyorsun? Sen her şeyi bilensin neden engel olmadın bana? Neden babama engel olmadın da, oğulları arasında ikilik çıkardı? Beni kardeşime düşman etmesine ne diye müsaade ettin?
Bağırır!
K: öyle ya, sende benim kadar hatta benden daha suçlusun. Ben bilmeden ölümü; kardeşimi öldürdüm ama sen ölümü bildiğin halde öldürmeme izin verdin. Sen suçlusun. Babam suçlu ama ben değilim; anlıyor musun? Suçlu ben değilim sen ve senin o çok sevdiğin babamdır asıl suçlu olanlar.
K: Bir baba; oğulları arasında, bir yaradan; yarattıklarını birbirinden üstün tutar mı? Hani babamın “adaletli yaratanımız” dediği, adaletin nerede? Madem ki üstün yaratılan ve aşağılanıp hor görülen varsa; bu dünya da ölüm de var, katillerde. Bunun son olmayacağını biliyorsun ama ben ve benden olanlar bu adaletsizliği yıkıp yeni bir başlangıcı y aratacağız.
SAHNE 2:
Terapi odası. Grup terapisinde, kadınlar ve erkekler sandalyelerde oturmuş birbirlerini dinliyorlar. Psikiyatr; tüm hastalarını dinlerken not tutuyor. Birkaç hasta ağız birliği yapmışçasına “tövbe tövbe” diyerek dinliyorlar. Sohbete kulak kesilmiş olanların çoğu şaşkın ve bir tanesi ise oldukça öfkelidir.
Öfkeli hasta: Sen ne saçmalıyorsun ya! Doktor ben bu deliyi dinlemek istemiyorum, benim inançlarıma hakaret ediyor.
Doktor: İnançlarınla bahsettiğini açıklar mısın? Daha önce neye inandığını bilmediğini söylemiştin.
Öfkeli hasta: O zaman kafam karışık olabilir ama şunun kadar da değilim yani! Ne demek ya, Allaha hakaret etmek, resmen kafa tutuyor. Hem o dediğini şeytan yaptı.
Reenkarne olan hasta: Şeytanın Tanrıya meydan okuduğuna inanıyorsun da benim neden bunu yaptığıma inanmıyorsun? Bunlar hepsi Tanrının işi. Hem ben senden daha inançlıyım; neye inandığımı biliyorum.
Öfkeli hasta: Sus! Sesini dahi duymak istemiyorum. Cehenneme gideceksen yalnız git, bizi götürme lanet ateist! Bir de Allaha inanıyormuş. Bir kere o Tanrı değil Allah!
Reenkarne olan hasta: Adını sana O’mu söyledi, sen mi o ismi koydun? Tamam, sen Allah de, ben Tanrı diyeyim ya da başka bir isim de de anlaşabiliriz. Ama bana ismini kendisi bizzat söyledi; bunu da bil olur mu?
Tırnaklarını yiyen kız: Ne güzel… (kahkaha atar) Şeytanın isminde anlaşmışsınız. Benim için sorun yok. Ben şeytana inanıyorum (yine güler). Ne senin Tanrına, ne de senin Allahına inanmıyorum; çok şükür.
Öfkeli adam: Al işte bir deli daha. Doktor bunlara ne deniyordu, hani farklı isimleri vardı bu şeytana tapma zırvalığının.
Doktor: Satanizm!
Öfkeli adam: Hah işte ondan. Ya bu zırvalıkları dinlemeyi reddediyorum. Ne bu ölmüş de sonradan “reen” bişey olmuş adamı ne de “satan” kızı dinlemek istemiyorum. Böyle bir hakkım var olmalı benim. Zaten bunların suratında meymenet yok, direk cehennemlik bunlar.
Diğer hastalarda abartılı şekilde gülmeye başlarlar. Hastalardan biri “cehennemlik, cehennemlikler” diyerek sandalyenin üzerine çıkıp bağırmaya ve gülmeye başlar.
Doktor: sessizlik, sessizlik. Herkes yerine otursun bakalım. Sanırım bugünlük bu kadar yeter!
Işıklar kapanıp açılır. Bir hafta sonrasıdır. Sahne aynı. Oyuncuların yerleri kısmen değişmiş ama doktor aynı yerindedir. Ve reenkarne adam anlatıyordur.
Reenkarne adam: Dayımla monopoly oynuyoruz. Hani bilirsiniz şu: ev, araba, otel alabildiğiniz oyun. Sahte parayla sahte mallar edindiğiniz kutu oyunlarından. Dayım öğretti nasıl oynandığını. Aslında basit bir oyun. Her şeyi almak için uğraşıyorsun. Amaç bu. Herkesin elindekileri alıp onları parasız bırakıp oyunu kazanma üzerine kurulu bir eğlence. Hırs ve eğlence; ne büyük çelişki!
Neyse. Oyunu defalarca oynadık ve her defasında dayım kazanıyordu. Tabi ben de neden kazanamıyorum diye daha hırslanıyor ama bir türlü dayımın mallarını alacak kadar kazanamıyordum.
Dayım, güldü ve bana: “eğer gerçekten kazanmak istiyorsan, açgözlü ve acımasız olmalısın. Karşındakinin dayın olduğunu unut ve beni sana yalvarmak zorunda kalacak kadar çaresiz bırakmalısın”
Oyunu ilk kez kazandığımı hatırlıyorum. Dayımın elindeki her şeyi almıştım. Evlerini, evleri için aldığım kiralarla da elinde kalan paraları, sonra otel ve arabalarını da ipotekli olarak almış ve dayımı yenmiştim. Müthiş eğleniyordum. Kazanmak böyle bir şeymiş, anlıyordum.
Oyunu kazandıktan; yani bitirdikten sonra, dayım gülerek başımı okşadı ve: “hadi bakalım bay çok zengin, şimdi tüm paraları ve diğer mallarını toplayıp kutusuna geri koy.”
Bir an için ne dediğini anlamadım ve suratına anlamsızca bakmış olmalıyım ki, bana sarıldı: “ne o çok mu sevdin zenginliği. Nasıl senden önce defalarca ben kazandım ve tekrar kazandıklarımı yerlerine koyduysam şimdi sıra sende. Unutma her şey ama her şey sanal. Bu bir oyun. Kazanmak da kaybetmek de aslında sadece aldanmaca.”
Doktor: Ne hissettin dayın sana böyle söyleyince? Eğlence bitti diye mi üzüldün yoksa o eşyaları ve paraları kaybettiğine mi?
Reenkarne adam: Elbette oyun olduğunun bilincindeydim, sorun oyunun hayat olduğunu daha önce anlamamış olmamdı. Her şey ve herkes yalandı, sanaldı. Kazanan kaybediyordu ama kaybeden kazanmıyordu. Bizler oyuncu değildik, oyuncaktık.
Doktor: Bir daha dayınla tekrar oynadınız mı?
Reenkarne adam: Dayım mı? Yok hayır, uyandım. Her zaman yaptığım gibi önce tuvalete gittim sonra da mutfağa gidip su içtim.
Doktor: Anladım. Peki o halde bizimle neden bunu paylaşmak istediğini açıklar mısın?
Reenkarne adam: Bilmem. Hayat aptal bir oyunmuş onu anlatmak istedim herhalde. Ya da ne bileyim öylesine bir rüyamı anlatayım dedim. Çok ilginç değil mi, doktor? Yani bir düşününce; bir yanda şampanya içip karides yiyen lüks takılarıyla, kadınlar ve adamlar ve tam da masalarının dibinde; belki bir parça bir şey yere düşer diye bekleyen aç çocuklar ve anneleri.
Doktor: Bu da rüyandan bir anektod mu?
Reenkarne adam: Rüya mı? Ne rüyası? Şey bilmiyorum, sadece bu görüntü hep aklımda ama nereden geldiğinden emin değilim. Şey, doktor; şu geçmişime geri dönebilir miyiz? Orada ki kurduğumuz kolonimizden ve Tanrıya karşı giriştiğimiz savaşı anlatmak istiyorum.
Öfkeli adam: Allahla savaşıyormuş, vay deli vay. Belli ki sen kaybetmişsin oğlum o savaşı, o yüzden buradasın (kahkaha atar ve diğerleri de gülerler).
Reenkarne adam: Haklısın. Evet, biz savaşı kaybettik ama belki de zaten kazanamayacağımızı bilerek savaşa başlayacak kadar cesur olduğumuz için asıl kazanmak istediğimizi kazanmış olamaz mıyız?
Doktor: Lütfen aramızda konuşmayı bırakalım. Herkes anlatmak istediklerini anlatabilmek için burada ve diğerlerimiz dinlemeyi öğrenmeyi umut ediyoruz. Toplum denen olguya adapte olmak bu demek.
Reenkarne adam: Doktor, kanserli hücrenin oluştuğu zamandan sonra vücudumuzun kanserli hücreyi sağlıklı olanlardan daha fazla beslediği doğru mu?
Doktor: Sanırım öyle.
Reenkarne adam: Ne ironik değil mi? Hayat denen şey, siz kendinizi yok etmek isteseniz bile size rağmen sizi yaşatmaya programlanmışken, kanser denen düşmanı bize rağmen daha itinayla besliyor. Oysa kanserli hücreyi yok etmesi bizi hayatta tutması gerekirken, sistemimize isyan edip bağımsız çoğalan hücrelerimizi destekleyip; kanserin sistemimizi yok etmesini destekliyor.
SAHNE 3:
K, gençlere ders anlatmak üzere inşa edilmiş ilk üniversitenin amfisindedir. Bir yandan ders anlatırken diğer yandan anlatılan ve yapılan her şeyi kayda geçmesi için tarih tutucu birkaç yazıcı görevlendirmiştir. Dünya üzerinde var olmuş ve var olacak en üstün şehir inşa ediliyordur.
K: Sizler; bugün geldiğimiz uygarlığı sizler bizim için inşa ediyorsunuz. Sizden sonrakilerde sizin için inşa edecekler.
Ö1: Efendi K; tersini söyleyecektiniz sanırım.
K: Dikkatin seni bir adım öne geçirse de sen de diğer dostlarımız kadarsın. Hayır, yanlış söylemedim. Siz kaydediciler, sakın ha söyleneni söylenmemiş gibi göz ardı etmemeniz gerektiği gibi söylenmeyeni de söylenmiş gibi yazmayın.
Sizler bizim için bu şehirleri inşa ediyorsunuz. Yapanlar babalarınız ve anneleriniz gibi gözüktüğünü biliyorum ama aslolan sizin için inşa ettiğimizdir. Neden, sonuçtan öncesidir. Şu an vardığımız uygarlık, sebeplerimizin sonuçları olduğuna göre; son hiçbir zaman olmayacak çünkü varlık var oldukça nedenler de sonuçların öncüsü olarak insanlığı hep ileriye götürecek. Bizden sonrakiler insanlığı daha da ötelere götürsün istiyoruz; bu nedenle şehirleri ve insanları inşa ediyoruz, sonuçsa şu an gördükleriniz. İnsanlığı nasıl dizayn ettiğimizi anlayın diye; kayıtçılar yazıya döküyor tüm yaptıklarımızı, sonuç olarak kitapları yazmış olsak da, yazmamıza sebep yine sizsiniz yani gelecekteki dizayn etmek istediklerimizsiniz.
Ö2: Efendi K. Üstün olanın üstünlüğü nasıl belli olur? Herkes eşit der ve herhangi birinin, bir diğerinden üstün özelliklerine rağmen üstünlüğünü göstermesine izin vermezsek, bu haksızlık olmaz mı?
K: Haksızlıklar olmasın diye üstünlük sahipleri var oldu. Sizce üstün olan; zaten varlığıyla kendini ortaya koymuşken bir başkasınca takdiri bekler mi? Ego, sevgili dostlar; ego üstünlüğe engel değil mi? O halde üstün olan; kaç insanda yaşam kurduğunuz ya da kurduğunuz yaşamlarda kaç kişiyi barındırdığınızdır.
Babalarınız sizlerin oluş nedenlerinizken, size üstünlük tasladılar mı? Bu uygarlığı inşa eden bilginlerden kaçı yolunuzu kesip, sizden ayaklarına kapanmanızı istediler? Kaç bilgin tanıdınız ki; “ben bilginim, hepinizden üstünüm” diyen. Sokaklarımız da yaratılış gereği eksik olan dostlarımızdan başka, kendi ismini bağıranları tanıdınız mı?
Siz kaydediciler; altına şundan ya da bu kişiden diye notlar düştünüz mü yazdıklarınızın? Eğer düştüyseniz, derhal siliniz. İnsanlık tek bir varlıktır; varlıklarımız zaten bir egonun sonucu değil mi ki bizde o egoyla kendimizi kirletelim.
Ö3: Efendi K. İnşa edilen kulenin amacımızı gerçekleştirebileceğine inanıyor musunuz? Tanrıyı öldürebilecek miyiz?
K: (tebessüm eder) Önemli olan sensin genç dostum. Sen inanıyorsan bende inanıyorum. Bir efsaneyi yazandan çok o efsaneye inanmış anlatıcılardır anlatılanı efsane yapan. Başarmak; eğer sorunuz buysa, biz zaten başardık. Uygarlığımız inşa edilemez denen bir kuleyi var ediyor, inşa etmemize asla izin vermez denen Tanrıya karşı yükseldikçe yükseliyoruz. Başlangıçta söylenen; Tanrı bizleri yok edecek söylevlerini şuan duyuyor musunuz? Oysa kaydedenler, o sözleri kaydettiler ama onlar bile unuttular. Nitekim o şüpheliler şuan en çok inananlarımız.
Sevgili dostlar, bizler amacımıza ulaşıp Tanrıyı öldüremeyebiliriz; doğrudur. Ama aslında binlerce yıl sonra bile anılacak efsanemizle zaten yaratanı öldürdük bile. Bu fikir hayat bulduğu andan itibaren, kulemizin her yükselişinde, geleceğe taşınacak mesajımızla Tanrı çoktan öldü.
Ve bilim, saygıdeğer dostlar. Bilim. İşte bizim asıl inşaatımız bu. Biz kule değil, kuleyi inşa eden bilimi var ettik; amacımız buydu. Bilim bizlerden çok sonra bile bu kulenin amacını gerçekleştirecek savaşımızı devam ettirecek bundan hiçbir şüpheniz olmasın.
Ö4: Bir zaman bilim, Tanrıyı öldürebilecek mi efendi K?
K: Tanrı bilimi hiçbir vakit öldüremeyecek, saygı değer dostum. Hiçbir vakit. Var oluşumuz sistematik bir bilimle mümkündü. Bilime ihanet, varlığını hiçe sayması demek olmaz mı?
SAHNE 4:
Reenkarne adam ayakta anlatmaya devam ederken, öfkeli adam ve diğerleri büyük merakla ve sessizlikle dinlemektedirler.
Öfkeli adam: Öldürdü mü seninkiler Tanrıyı yani Allahı?
Reenkarne adam: Bilmem şuan hatırlamıyorum, ama hatırlarsam anlatırım.
Doktor: Kuleyi inşa ettiklerinden sonra kral kulenin tepesine çıkar ve elindeki okla havaya atış yapar. Efsaneye göre ok, bir kuşa saplanıp kanlı olarak aşağı düşer ve tüm kalabalık, kanlı oku görüp Tanrıyı öldüklerine inanırlar.
Reenkarne adam: Siz nerden biliyorsunuz bunları, ben mi anlattım yoksa? Evet, evet dediğiniz gibi oldu. Gerçekten öyle oldu, şimdi hatırladım.
Doktor: Peki başlarına ne geldiğini hatırlıyor musun?
Reenkarne adam: Hayır, hatırlamıyorum. Ne oldu sonra?
Doktor: Yazılı kaynaklara göre; Tanrı bu hareketlerinden dolayı tüm uygarlığı farklı kabilelere ayırır, bir daha bir araya gelemesinler diye de dillerini ve renklerini farklılaştırır ki böylesi bir güçle tekrar isyan edemesinler diye. İnsanlık bir daha asla, Babil uygarlığı seviyesine erişemez.
Reenkarne adam: Hayır yanılıyorsunuz. Şuan tüm insanlık ortak bir dille bilim yapıyor ve bilimle tüm dünya insanları bir araya gelebiliyor. Bence yeni Babil yeniden kulesini inşaya başlamış, hadi bizde geç kalmayalım, yerimizi alalım doktor!
Bir kayanın üzerinde oturmuş, elinde kanlı taş var. Önünde yatan, kafasına vurarak öldürmüş olduğu kardeşine bakıyor.
K: ne yaptım ben? Sadece korkutacaktım ama neden hala kalkmıyor yerden? Bu elime yapışan, kafasından akan şey de ne?
O an da bir karganın, ölü olan bir başka kargayı çekerek çukura götürdüğünü izler ve kargayla sohbet eder gibi kendiyle konuşmaya başlar.
K: Sende mi babana öfkelendin de kardeşinin kafasına taşla vurdun, siyah kuş? Neden kalkmıyorlar söylesene; yoksa bir daha kalkmayacaklar mı? Senin de hesap vermen gereken baban var mı? Yoktur tabi; hem kim bilir belki de kardeşini sen bu hale getirmemişsindir. Ne yapıyorsun sen siyah kuş? Neden kardeşini çukura attın, yoksa o bir daha kalkmasın diye mi? Ama üzerine toprak atarsan bir daha kalkamaz ki diğer kuş. Git buradan, seni rezil kuş.
Çukurda ki kuşu topraklarından temizler ve eline alır. Kuşun başı aşağı düşer ve kötü kokusundan midesi bulanır, tekrar çukura geri atıp üzerini örter. Kardeşinin başucuna geçip düşünmeye devam eder. Kardeşinden de koku geldiğini fark edip; siyah kuş gibi kardeşini gömmeye karar verir.
Kardeşini gömmüştür. Toprağa ellerini sürerek ellerindeki kandan kurtulmaya çalışır ve bir yandan içinde hissettiği ama daha önce hiç duyumsamadığı duyguyu seslendirir.
K: Aklı olmayan bir siyah kuştan yol sorar olmuşum. Keşke babama ne diyeceğimi de söyleyiverseydi. Acaba “hep senin yüzünden oldu bunlar” mı derdi babasına? Evet, babamın onu benden daha çok sevmesiydi tüm neden. Hep kardeşimi: ”aferin” deyip başını okşarken, bana kızmasıydı bu kavgalarımıza neden olan?
Öfkelenir ve ayağa kalkar.
K: Bana da onun kadar güzel söyler söyleseydi ya. O çok güzel sebzeler yetiştirirmiş de ben hayvanlara iyi bakmazmışım. O Tanrıya sürekli en güzel nimetleri sunarken, ben… ben…. Neydi o kelime; hah, buldum hasetmişim. Bize tüm nimetleri veren Tanrıdan nasıl olurda verdiklerine karşılık şükranlarımızı sunmak da cimri davranırmışım.
K: İyi ya en güzelini ona verecektik de neden bize verip geri istiyor o halde. Tanrı mı ahmak biz mi ahmağız? Sahi ya; kardeşime güzel sebzeler verirken iyiydi de bana neden hastalıklı hayvanlar verip, daha iyisini hatta en iyisini benden neden istiyor o halde? Kısır hayvanları kurban edemezmişim; iyi de yavrusu olmayanı veren o değil mi, alsın o halde geri kısır olanı da bize bol yavru yapan semizlerinden versin ki bende bir daha ki sefere çok daha güzellerini vereyim.
İyice öfkelenir, eline birkaç taş alıp ileri ve yukarıya doğru fırlatır. Sesini de olabildiğince yükseltir. Ve o an da kardeşinin mezarına bir tekme savurur.
K: Al sana işte. En sevdiğin, en değerli evladını kurban verdim. Madem her şeyin iyisini Tanrıya vermeliydik de sen neden oğlunu kurban verme görevini bana bıraktın. Bunları benden duyduğunda ne diyeceksin çok merak ediyorum doğrusu.
K: Şimdi geri dönüp nasıl söylerim? Geri de dönemem ki artık. Evet, dönmemeliyim, dönmeyeceğim? Artık iki kurbanın var, Tanrıya sunduğun; biri toprak altında diğeri de senden olabildiğince uzakta dağlarda olacak baba ve sen bir daha ikisini de görmeyeceksin.
K: Güzel kızı vermek istediğin oğlun yok artık, güzel kızı isteyen oğlunsa senden de kızından da vazgeçiyor; hem de sonsuza dek.
Mezarın başından uzaklaşırken, mezarın kenarına birkaç taş bırakır; bir daha ki gelişinde yerini tam olarak bulabilmek için. Kim bilir belki topraktan geldik diyen babası haklıdır da kardeşi yeniden topraktan geri gelir diye.
Bir mağara da uyumaktadır. Rüyasında kendine ne yaptığı anlatılmakta ve neden yaptığına dair sorularla vicdani rahatsızlık denen olguyu öğrenmesi sağlanır.
Dış ses: Kardeşini öldürdün. Biz can verdik sen canını aldın. Lanetlendin artık, sen ve senden olan herkes lanetimize uğrayacak. Ölümü anladın, öldürmeyi öğrendin, sen canı alan bir katilsin, suçlusun ve cehennem ateşini sen gibiler için her daim korkunç alevlerle ısıtacağız. Kor ateşlerin rengi beyaza dönene dek; insan etiyle harlayacağız; sen gibi suçluların etleriyle. O ne korkunç bir yerdir.
Uykudan sıçrar ve gözyaşlarıyla boğulacak gibidir. Ağlamaktan kendini alamaz ve bir yandan da bağırarak; babasını ve babasının Tanrısını suçlar.
K: Neden. Neden? Ben neden suçlu oluyorum ki. Neden cehennem de sadece ben yanayım. Bilseydim ki kardeşim o taşla ölecek o lanet taşı elime alır mıydım sanıyorsun? Sen her şeyi bilensin neden engel olmadın bana? Neden babama engel olmadın da, oğulları arasında ikilik çıkardı? Beni kardeşime düşman etmesine ne diye müsaade ettin?
Bağırır!
K: öyle ya, sende benim kadar hatta benden daha suçlusun. Ben bilmeden ölümü; kardeşimi öldürdüm ama sen ölümü bildiğin halde öldürmeme izin verdin. Sen suçlusun. Babam suçlu ama ben değilim; anlıyor musun? Suçlu ben değilim sen ve senin o çok sevdiğin babamdır asıl suçlu olanlar.
K: Bir baba; oğulları arasında, bir yaradan; yarattıklarını birbirinden üstün tutar mı? Hani babamın “adaletli yaratanımız” dediği, adaletin nerede? Madem ki üstün yaratılan ve aşağılanıp hor görülen varsa; bu dünya da ölüm de var, katillerde. Bunun son olmayacağını biliyorsun ama ben ve benden olanlar bu adaletsizliği yıkıp yeni bir başlangıcı y aratacağız.
SAHNE 2:
Terapi odası. Grup terapisinde, kadınlar ve erkekler sandalyelerde oturmuş birbirlerini dinliyorlar. Psikiyatr; tüm hastalarını dinlerken not tutuyor. Birkaç hasta ağız birliği yapmışçasına “tövbe tövbe” diyerek dinliyorlar. Sohbete kulak kesilmiş olanların çoğu şaşkın ve bir tanesi ise oldukça öfkelidir.
Öfkeli hasta: Sen ne saçmalıyorsun ya! Doktor ben bu deliyi dinlemek istemiyorum, benim inançlarıma hakaret ediyor.
Doktor: İnançlarınla bahsettiğini açıklar mısın? Daha önce neye inandığını bilmediğini söylemiştin.
Öfkeli hasta: O zaman kafam karışık olabilir ama şunun kadar da değilim yani! Ne demek ya, Allaha hakaret etmek, resmen kafa tutuyor. Hem o dediğini şeytan yaptı.
Reenkarne olan hasta: Şeytanın Tanrıya meydan okuduğuna inanıyorsun da benim neden bunu yaptığıma inanmıyorsun? Bunlar hepsi Tanrının işi. Hem ben senden daha inançlıyım; neye inandığımı biliyorum.
Öfkeli hasta: Sus! Sesini dahi duymak istemiyorum. Cehenneme gideceksen yalnız git, bizi götürme lanet ateist! Bir de Allaha inanıyormuş. Bir kere o Tanrı değil Allah!
Reenkarne olan hasta: Adını sana O’mu söyledi, sen mi o ismi koydun? Tamam, sen Allah de, ben Tanrı diyeyim ya da başka bir isim de de anlaşabiliriz. Ama bana ismini kendisi bizzat söyledi; bunu da bil olur mu?
Tırnaklarını yiyen kız: Ne güzel… (kahkaha atar) Şeytanın isminde anlaşmışsınız. Benim için sorun yok. Ben şeytana inanıyorum (yine güler). Ne senin Tanrına, ne de senin Allahına inanmıyorum; çok şükür.
Öfkeli adam: Al işte bir deli daha. Doktor bunlara ne deniyordu, hani farklı isimleri vardı bu şeytana tapma zırvalığının.
Doktor: Satanizm!
Öfkeli adam: Hah işte ondan. Ya bu zırvalıkları dinlemeyi reddediyorum. Ne bu ölmüş de sonradan “reen” bişey olmuş adamı ne de “satan” kızı dinlemek istemiyorum. Böyle bir hakkım var olmalı benim. Zaten bunların suratında meymenet yok, direk cehennemlik bunlar.
Diğer hastalarda abartılı şekilde gülmeye başlarlar. Hastalardan biri “cehennemlik, cehennemlikler” diyerek sandalyenin üzerine çıkıp bağırmaya ve gülmeye başlar.
Doktor: sessizlik, sessizlik. Herkes yerine otursun bakalım. Sanırım bugünlük bu kadar yeter!
Işıklar kapanıp açılır. Bir hafta sonrasıdır. Sahne aynı. Oyuncuların yerleri kısmen değişmiş ama doktor aynı yerindedir. Ve reenkarne adam anlatıyordur.
Reenkarne adam: Dayımla monopoly oynuyoruz. Hani bilirsiniz şu: ev, araba, otel alabildiğiniz oyun. Sahte parayla sahte mallar edindiğiniz kutu oyunlarından. Dayım öğretti nasıl oynandığını. Aslında basit bir oyun. Her şeyi almak için uğraşıyorsun. Amaç bu. Herkesin elindekileri alıp onları parasız bırakıp oyunu kazanma üzerine kurulu bir eğlence. Hırs ve eğlence; ne büyük çelişki!
Neyse. Oyunu defalarca oynadık ve her defasında dayım kazanıyordu. Tabi ben de neden kazanamıyorum diye daha hırslanıyor ama bir türlü dayımın mallarını alacak kadar kazanamıyordum.
Dayım, güldü ve bana: “eğer gerçekten kazanmak istiyorsan, açgözlü ve acımasız olmalısın. Karşındakinin dayın olduğunu unut ve beni sana yalvarmak zorunda kalacak kadar çaresiz bırakmalısın”
Oyunu ilk kez kazandığımı hatırlıyorum. Dayımın elindeki her şeyi almıştım. Evlerini, evleri için aldığım kiralarla da elinde kalan paraları, sonra otel ve arabalarını da ipotekli olarak almış ve dayımı yenmiştim. Müthiş eğleniyordum. Kazanmak böyle bir şeymiş, anlıyordum.
Oyunu kazandıktan; yani bitirdikten sonra, dayım gülerek başımı okşadı ve: “hadi bakalım bay çok zengin, şimdi tüm paraları ve diğer mallarını toplayıp kutusuna geri koy.”
Bir an için ne dediğini anlamadım ve suratına anlamsızca bakmış olmalıyım ki, bana sarıldı: “ne o çok mu sevdin zenginliği. Nasıl senden önce defalarca ben kazandım ve tekrar kazandıklarımı yerlerine koyduysam şimdi sıra sende. Unutma her şey ama her şey sanal. Bu bir oyun. Kazanmak da kaybetmek de aslında sadece aldanmaca.”
Doktor: Ne hissettin dayın sana böyle söyleyince? Eğlence bitti diye mi üzüldün yoksa o eşyaları ve paraları kaybettiğine mi?
Reenkarne adam: Elbette oyun olduğunun bilincindeydim, sorun oyunun hayat olduğunu daha önce anlamamış olmamdı. Her şey ve herkes yalandı, sanaldı. Kazanan kaybediyordu ama kaybeden kazanmıyordu. Bizler oyuncu değildik, oyuncaktık.
Doktor: Bir daha dayınla tekrar oynadınız mı?
Reenkarne adam: Dayım mı? Yok hayır, uyandım. Her zaman yaptığım gibi önce tuvalete gittim sonra da mutfağa gidip su içtim.
Doktor: Anladım. Peki o halde bizimle neden bunu paylaşmak istediğini açıklar mısın?
Reenkarne adam: Bilmem. Hayat aptal bir oyunmuş onu anlatmak istedim herhalde. Ya da ne bileyim öylesine bir rüyamı anlatayım dedim. Çok ilginç değil mi, doktor? Yani bir düşününce; bir yanda şampanya içip karides yiyen lüks takılarıyla, kadınlar ve adamlar ve tam da masalarının dibinde; belki bir parça bir şey yere düşer diye bekleyen aç çocuklar ve anneleri.
Doktor: Bu da rüyandan bir anektod mu?
Reenkarne adam: Rüya mı? Ne rüyası? Şey bilmiyorum, sadece bu görüntü hep aklımda ama nereden geldiğinden emin değilim. Şey, doktor; şu geçmişime geri dönebilir miyiz? Orada ki kurduğumuz kolonimizden ve Tanrıya karşı giriştiğimiz savaşı anlatmak istiyorum.
Öfkeli adam: Allahla savaşıyormuş, vay deli vay. Belli ki sen kaybetmişsin oğlum o savaşı, o yüzden buradasın (kahkaha atar ve diğerleri de gülerler).
Reenkarne adam: Haklısın. Evet, biz savaşı kaybettik ama belki de zaten kazanamayacağımızı bilerek savaşa başlayacak kadar cesur olduğumuz için asıl kazanmak istediğimizi kazanmış olamaz mıyız?
Doktor: Lütfen aramızda konuşmayı bırakalım. Herkes anlatmak istediklerini anlatabilmek için burada ve diğerlerimiz dinlemeyi öğrenmeyi umut ediyoruz. Toplum denen olguya adapte olmak bu demek.
Reenkarne adam: Doktor, kanserli hücrenin oluştuğu zamandan sonra vücudumuzun kanserli hücreyi sağlıklı olanlardan daha fazla beslediği doğru mu?
Doktor: Sanırım öyle.
Reenkarne adam: Ne ironik değil mi? Hayat denen şey, siz kendinizi yok etmek isteseniz bile size rağmen sizi yaşatmaya programlanmışken, kanser denen düşmanı bize rağmen daha itinayla besliyor. Oysa kanserli hücreyi yok etmesi bizi hayatta tutması gerekirken, sistemimize isyan edip bağımsız çoğalan hücrelerimizi destekleyip; kanserin sistemimizi yok etmesini destekliyor.
SAHNE 3:
K, gençlere ders anlatmak üzere inşa edilmiş ilk üniversitenin amfisindedir. Bir yandan ders anlatırken diğer yandan anlatılan ve yapılan her şeyi kayda geçmesi için tarih tutucu birkaç yazıcı görevlendirmiştir. Dünya üzerinde var olmuş ve var olacak en üstün şehir inşa ediliyordur.
K: Sizler; bugün geldiğimiz uygarlığı sizler bizim için inşa ediyorsunuz. Sizden sonrakilerde sizin için inşa edecekler.
Ö1: Efendi K; tersini söyleyecektiniz sanırım.
K: Dikkatin seni bir adım öne geçirse de sen de diğer dostlarımız kadarsın. Hayır, yanlış söylemedim. Siz kaydediciler, sakın ha söyleneni söylenmemiş gibi göz ardı etmemeniz gerektiği gibi söylenmeyeni de söylenmiş gibi yazmayın.
Sizler bizim için bu şehirleri inşa ediyorsunuz. Yapanlar babalarınız ve anneleriniz gibi gözüktüğünü biliyorum ama aslolan sizin için inşa ettiğimizdir. Neden, sonuçtan öncesidir. Şu an vardığımız uygarlık, sebeplerimizin sonuçları olduğuna göre; son hiçbir zaman olmayacak çünkü varlık var oldukça nedenler de sonuçların öncüsü olarak insanlığı hep ileriye götürecek. Bizden sonrakiler insanlığı daha da ötelere götürsün istiyoruz; bu nedenle şehirleri ve insanları inşa ediyoruz, sonuçsa şu an gördükleriniz. İnsanlığı nasıl dizayn ettiğimizi anlayın diye; kayıtçılar yazıya döküyor tüm yaptıklarımızı, sonuç olarak kitapları yazmış olsak da, yazmamıza sebep yine sizsiniz yani gelecekteki dizayn etmek istediklerimizsiniz.
Ö2: Efendi K. Üstün olanın üstünlüğü nasıl belli olur? Herkes eşit der ve herhangi birinin, bir diğerinden üstün özelliklerine rağmen üstünlüğünü göstermesine izin vermezsek, bu haksızlık olmaz mı?
K: Haksızlıklar olmasın diye üstünlük sahipleri var oldu. Sizce üstün olan; zaten varlığıyla kendini ortaya koymuşken bir başkasınca takdiri bekler mi? Ego, sevgili dostlar; ego üstünlüğe engel değil mi? O halde üstün olan; kaç insanda yaşam kurduğunuz ya da kurduğunuz yaşamlarda kaç kişiyi barındırdığınızdır.
Babalarınız sizlerin oluş nedenlerinizken, size üstünlük tasladılar mı? Bu uygarlığı inşa eden bilginlerden kaçı yolunuzu kesip, sizden ayaklarına kapanmanızı istediler? Kaç bilgin tanıdınız ki; “ben bilginim, hepinizden üstünüm” diyen. Sokaklarımız da yaratılış gereği eksik olan dostlarımızdan başka, kendi ismini bağıranları tanıdınız mı?
Siz kaydediciler; altına şundan ya da bu kişiden diye notlar düştünüz mü yazdıklarınızın? Eğer düştüyseniz, derhal siliniz. İnsanlık tek bir varlıktır; varlıklarımız zaten bir egonun sonucu değil mi ki bizde o egoyla kendimizi kirletelim.
Ö3: Efendi K. İnşa edilen kulenin amacımızı gerçekleştirebileceğine inanıyor musunuz? Tanrıyı öldürebilecek miyiz?
K: (tebessüm eder) Önemli olan sensin genç dostum. Sen inanıyorsan bende inanıyorum. Bir efsaneyi yazandan çok o efsaneye inanmış anlatıcılardır anlatılanı efsane yapan. Başarmak; eğer sorunuz buysa, biz zaten başardık. Uygarlığımız inşa edilemez denen bir kuleyi var ediyor, inşa etmemize asla izin vermez denen Tanrıya karşı yükseldikçe yükseliyoruz. Başlangıçta söylenen; Tanrı bizleri yok edecek söylevlerini şuan duyuyor musunuz? Oysa kaydedenler, o sözleri kaydettiler ama onlar bile unuttular. Nitekim o şüpheliler şuan en çok inananlarımız.
Sevgili dostlar, bizler amacımıza ulaşıp Tanrıyı öldüremeyebiliriz; doğrudur. Ama aslında binlerce yıl sonra bile anılacak efsanemizle zaten yaratanı öldürdük bile. Bu fikir hayat bulduğu andan itibaren, kulemizin her yükselişinde, geleceğe taşınacak mesajımızla Tanrı çoktan öldü.
Ve bilim, saygıdeğer dostlar. Bilim. İşte bizim asıl inşaatımız bu. Biz kule değil, kuleyi inşa eden bilimi var ettik; amacımız buydu. Bilim bizlerden çok sonra bile bu kulenin amacını gerçekleştirecek savaşımızı devam ettirecek bundan hiçbir şüpheniz olmasın.
Ö4: Bir zaman bilim, Tanrıyı öldürebilecek mi efendi K?
K: Tanrı bilimi hiçbir vakit öldüremeyecek, saygı değer dostum. Hiçbir vakit. Var oluşumuz sistematik bir bilimle mümkündü. Bilime ihanet, varlığını hiçe sayması demek olmaz mı?
SAHNE 4:
Reenkarne adam ayakta anlatmaya devam ederken, öfkeli adam ve diğerleri büyük merakla ve sessizlikle dinlemektedirler.
Öfkeli adam: Öldürdü mü seninkiler Tanrıyı yani Allahı?
Reenkarne adam: Bilmem şuan hatırlamıyorum, ama hatırlarsam anlatırım.
Doktor: Kuleyi inşa ettiklerinden sonra kral kulenin tepesine çıkar ve elindeki okla havaya atış yapar. Efsaneye göre ok, bir kuşa saplanıp kanlı olarak aşağı düşer ve tüm kalabalık, kanlı oku görüp Tanrıyı öldüklerine inanırlar.
Reenkarne adam: Siz nerden biliyorsunuz bunları, ben mi anlattım yoksa? Evet, evet dediğiniz gibi oldu. Gerçekten öyle oldu, şimdi hatırladım.
Doktor: Peki başlarına ne geldiğini hatırlıyor musun?
Reenkarne adam: Hayır, hatırlamıyorum. Ne oldu sonra?
Doktor: Yazılı kaynaklara göre; Tanrı bu hareketlerinden dolayı tüm uygarlığı farklı kabilelere ayırır, bir daha bir araya gelemesinler diye de dillerini ve renklerini farklılaştırır ki böylesi bir güçle tekrar isyan edemesinler diye. İnsanlık bir daha asla, Babil uygarlığı seviyesine erişemez.
Reenkarne adam: Hayır yanılıyorsunuz. Şuan tüm insanlık ortak bir dille bilim yapıyor ve bilimle tüm dünya insanları bir araya gelebiliyor. Bence yeni Babil yeniden kulesini inşaya başlamış, hadi bizde geç kalmayalım, yerimizi alalım doktor!
21 Ağustos 2013 Çarşamba
öğüt
Büyük düşler gerçek sancılıdır; kanla irinle ve binbir zorlukla gelir ama gelmemek ister ya da gelmeden evvel iyi bir sınamak.
O anlarda vazgeçmemek en önemli olandır. Vazgeçen ne öncesine dönebilir ne de olmak istediğini elde edebilir; sonsuz bir kısır döngüde sıkışıp kalır.
Tasarlanması en güç olan, en büyük emeği isteyendir; öyleyse inşası için zaman ve tasarımda müthiş bir sabır ister ve de ayrıntıda zeka.
İnşası her an devam eden yaşamlarımızın mühendisi olmak ya da sunulanla yetinmek arasında kalmadan, sürece en fazla katılımı sağlamak aslolan olmalı.
O anlarda vazgeçmemek en önemli olandır. Vazgeçen ne öncesine dönebilir ne de olmak istediğini elde edebilir; sonsuz bir kısır döngüde sıkışıp kalır.
Tasarlanması en güç olan, en büyük emeği isteyendir; öyleyse inşası için zaman ve tasarımda müthiş bir sabır ister ve de ayrıntıda zeka.
İnşası her an devam eden yaşamlarımızın mühendisi olmak ya da sunulanla yetinmek arasında kalmadan, sürece en fazla katılımı sağlamak aslolan olmalı.
16 Ağustos 2013 Cuma
bir AN
Tek bir AN.
Tüm kuantivistlerle, saniyenin içindeki herhangi bir an da; olumlama yapalım. Pozitif enerjimizle tek bir konuya tek bir kavrama odaklanalım. İnanıyorum ki olguyu değiştirebilme gücümüz var ama başka dillere, başka renklere bölünen babil uygarlığı misali evreni kontrol edebiliriz...
Aslında her an kontrol ettiğimizden bilinçsiz mesaj yolluyoruz fakat tek bir AN da ve kollektif bilinçle hareket edersek; gerçekliği biz yazabiliriz.
Topluca; "şuan savaş olmasın, olanlar da dursun!" diye olumlayacağımız ortak bir an ve çokça kuantivistle, bunu yapalım....
Tüm kuantivistlerle, saniyenin içindeki herhangi bir an da; olumlama yapalım. Pozitif enerjimizle tek bir konuya tek bir kavrama odaklanalım. İnanıyorum ki olguyu değiştirebilme gücümüz var ama başka dillere, başka renklere bölünen babil uygarlığı misali evreni kontrol edebiliriz...
Aslında her an kontrol ettiğimizden bilinçsiz mesaj yolluyoruz fakat tek bir AN da ve kollektif bilinçle hareket edersek; gerçekliği biz yazabiliriz.
Topluca; "şuan savaş olmasın, olanlar da dursun!" diye olumlayacağımız ortak bir an ve çokça kuantivistle, bunu yapalım....
13 Ağustos 2013 Salı
nanoevrenler de sabır
Karanlık günlerin buhranında yaşadığımız, büyük mutluluğun gölgesi olabilir mi?
Neresinden bakmalı ve nasıl iyilemeli?
Düşünsellikle inşa edilen bir hayatta yaşıyor ve de yaşlanıyorsak; kelimeler, duygular, yönelimler bizi daha doğrusu hayatımızı inşa ettiğimiz yapıtaşlarımız olduğuna göre iyilemeliyiz ki iyi olsun.
Söylenen polyanna hikayesivari olsa da böyle. Gerçekleştirmek ne denli zor olsa da direngenlikle iyi düşünmek zorundayız.
Bende iyi düşünüp hemen olsun diyenlerdenim fakat zaman kuantik evrende izafidir.
Atom altı evrenlerde mili ve hatta nano saniyeler boyutunda binlerce evrenler (yeni partiküller) inşa edilip, bir o kadar hızla yok oluyorken; makro dünyamızda saatler, günler kısa zamanlardır. Kısa zamanla uzun zaman denen şey aslında algı dünyamızda var ettiğimiz, nedenselliklerden ibarettir.
O halde, izafi kavramlarda beklemek ya da sabırsızlıkla inşa olunan nanoevrenleri kendi ellerimizle yok etmek; işte tam olarak karar burada. Daha net anlatımla, inşa edenin inşası için gerekenler için ödeyeceği bedel bu(?).
Neresinden bakmalı ve nasıl iyilemeli?
Düşünsellikle inşa edilen bir hayatta yaşıyor ve de yaşlanıyorsak; kelimeler, duygular, yönelimler bizi daha doğrusu hayatımızı inşa ettiğimiz yapıtaşlarımız olduğuna göre iyilemeliyiz ki iyi olsun.
Söylenen polyanna hikayesivari olsa da böyle. Gerçekleştirmek ne denli zor olsa da direngenlikle iyi düşünmek zorundayız.
Bende iyi düşünüp hemen olsun diyenlerdenim fakat zaman kuantik evrende izafidir.
Atom altı evrenlerde mili ve hatta nano saniyeler boyutunda binlerce evrenler (yeni partiküller) inşa edilip, bir o kadar hızla yok oluyorken; makro dünyamızda saatler, günler kısa zamanlardır. Kısa zamanla uzun zaman denen şey aslında algı dünyamızda var ettiğimiz, nedenselliklerden ibarettir.
O halde, izafi kavramlarda beklemek ya da sabırsızlıkla inşa olunan nanoevrenleri kendi ellerimizle yok etmek; işte tam olarak karar burada. Daha net anlatımla, inşa edenin inşası için gerekenler için ödeyeceği bedel bu(?).
3 Ağustos 2013 Cumartesi
ERROR!!!
Evrenle mi yaratıldı yoksa evrenden öncemi; insanın yaradılışına dair türlü teoriler olsa da, insan yaratıldı yaratılalı hem cinsini öldürmekten bir gün dahi vazgeçmedi ya da vazgeçmemeliydi!
Tek bir gün hatta tek bir an olmadı; insanın insanı öldürmediği. Bu bir seçim miydi yoksa yanlış yazılımın insan dogmasındaki crosing over' ı mı?
Nedeni önemsiz, aslolan gidişatın bundan böyle ki süreci. Bilim Evreni ve hatta bütün inançları yeniden dizayn ederken; bu kuralın ilahi bir müdahaleyle değişmesini ve ya daha insani formata dönüşmesini beklemek, yüzyılın insanına bir utançtır.
Evrimin kurallarına müdahil olduk da kendimizi mi eviremeyeceğiz?
Evrimin en hızlı halini, devrimi biz var etmedik mi? Şimdi sıra yaradılıştan bulaşık öldürümcülük genimizi izole etmeye hatta yok etmeye geldi. Bir ironi; öldürmeyi öldürmek!!!
Tek bir gün. Evrende tek bir gün insan kanının akışını durdurduğumuzu düşleyelim. Kollektif birleşik bir bilinçle evreni tekrardan dizayn edebiliriz. Evren insan kanıyla besleniyorsa, onun yerine bambaşkasını inşa ederiz ya da tümden yok olup sistemde kocaman bir ERROR! oluveririz.
Zor olduğunu düşünüyorsak, insana saygı duymuyoruz demektir. Geleceği dizayn etmeye inanmıyorsak ne diye geleceği düşünerek hayatın her günü yaşadığımızı bir düşünelim. Geleceği biz yazıyoruz, insanlık Babil şartlarını yeniden elde etmişken; Babil den öteye gitmemek ne diye?
Tek bir gün hatta tek bir an olmadı; insanın insanı öldürmediği. Bu bir seçim miydi yoksa yanlış yazılımın insan dogmasındaki crosing over' ı mı?
Nedeni önemsiz, aslolan gidişatın bundan böyle ki süreci. Bilim Evreni ve hatta bütün inançları yeniden dizayn ederken; bu kuralın ilahi bir müdahaleyle değişmesini ve ya daha insani formata dönüşmesini beklemek, yüzyılın insanına bir utançtır.
Evrimin kurallarına müdahil olduk da kendimizi mi eviremeyeceğiz?
Evrimin en hızlı halini, devrimi biz var etmedik mi? Şimdi sıra yaradılıştan bulaşık öldürümcülük genimizi izole etmeye hatta yok etmeye geldi. Bir ironi; öldürmeyi öldürmek!!!
Tek bir gün. Evrende tek bir gün insan kanının akışını durdurduğumuzu düşleyelim. Kollektif birleşik bir bilinçle evreni tekrardan dizayn edebiliriz. Evren insan kanıyla besleniyorsa, onun yerine bambaşkasını inşa ederiz ya da tümden yok olup sistemde kocaman bir ERROR! oluveririz.
Zor olduğunu düşünüyorsak, insana saygı duymuyoruz demektir. Geleceği dizayn etmeye inanmıyorsak ne diye geleceği düşünerek hayatın her günü yaşadığımızı bir düşünelim. Geleceği biz yazıyoruz, insanlık Babil şartlarını yeniden elde etmişken; Babil den öteye gitmemek ne diye?
1 Ağustos 2013 Perşembe
kuantivistler aranıyor
Bu bir inşa hareketidir. Bir başkaldırı. Hayatın olağanlığına ve hayatın kabullenmek zorundalığına isyan. Gelecek bizim kontrolümüz de olmayabilir ama geçmiş bizim zihnimizde. Ne istersek ekleyebilir ya da çıkarabiliriz.
Unutmak zor, hatta imkansız. O halde yeniden yazalım.
Nasıl mı?
Sevgilin seni terk mi etti; "ben ayrıldım, yürümüyordu" de, seni aldattı mı; o halde öldür gitsin. Bir kaza da kaybettim diye anlat, hatta trajik hale getirip ona methiyeler diz. İnsanlar aşkına hayran kalsın. Bu sana yeni aşk getirebilmesi ihtimalini arttırırken, kim bilir belki de kuantik çağrın o denli güçlüdür ki bir bakarsın sevgilin gerçekten ölüvermiş. Çağın haklı ya da haksız olmana bakmadan; ne denli içten ve ayrıntılı kurguluyor olmanla ilgilidir.
Hadi sinerjik kurgulamalarla, birbirimiz için senaryolar yazalım; evren bizim yerimize sahneye koyuversin.
Olmasını istediğiniz en uçuk düşünüzü yazın, burayı kader kuyusu misali düşünüp; katlayıp atın hikayenizi. Gerçekleştiğini göreceğiz ve bu hareketin ilerleyen safhalarında, geleceğin mühendisleri olarak yeni ve acemi cedaylarımız olacak.
Bu bambaşka hayat karşıtlığı. Yazılabilen bir şeyse kader, onu yazan olmak adına ipleri yani kalemi ele geçirme devrimi.
Devrime doğuştan muhalif ve farklı insanlarla yürümeye başlıyoruz.
Hadi katıl bize!!!
Kuantivist ol...
Unutmak zor, hatta imkansız. O halde yeniden yazalım.
Nasıl mı?
Sevgilin seni terk mi etti; "ben ayrıldım, yürümüyordu" de, seni aldattı mı; o halde öldür gitsin. Bir kaza da kaybettim diye anlat, hatta trajik hale getirip ona methiyeler diz. İnsanlar aşkına hayran kalsın. Bu sana yeni aşk getirebilmesi ihtimalini arttırırken, kim bilir belki de kuantik çağrın o denli güçlüdür ki bir bakarsın sevgilin gerçekten ölüvermiş. Çağın haklı ya da haksız olmana bakmadan; ne denli içten ve ayrıntılı kurguluyor olmanla ilgilidir.
Hadi sinerjik kurgulamalarla, birbirimiz için senaryolar yazalım; evren bizim yerimize sahneye koyuversin.
Olmasını istediğiniz en uçuk düşünüzü yazın, burayı kader kuyusu misali düşünüp; katlayıp atın hikayenizi. Gerçekleştiğini göreceğiz ve bu hareketin ilerleyen safhalarında, geleceğin mühendisleri olarak yeni ve acemi cedaylarımız olacak.
Bu bambaşka hayat karşıtlığı. Yazılabilen bir şeyse kader, onu yazan olmak adına ipleri yani kalemi ele geçirme devrimi.
Devrime doğuştan muhalif ve farklı insanlarla yürümeye başlıyoruz.
Hadi katıl bize!!!
Kuantivist ol...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)